Ezgi…
İlmek ilmek işlediğimiz dizinin finalinin ardından, yapım ekibiyle birlikte uzun bir yemek masasında toplanmıştık. Herkes tatilde neler yapacağını anlatıyor, kahkahalar masanın üzerinde dolaşıyordu. Benimse aklım, neyin içine girdiğimi hâlâ tam olarak kavrayamadığım o projedeydi. Acele mi etmiştim, bilmiyorum. Yine de bir yanım, mecbur olduğuma kendimi ikna etmeye çalışıyordu.
Öyle yüksek kaşelerle çalışan senaristler değildik. Belki bu diziden sonra yapımdaki maaşımız artardı, belki biraz olsun rahat nefes alırdık. Üstelik borcumuz da vardı. Özellikle ben, ailemden destek istemek istemiyordum. Böyle bir borcun altına girdiğimi bilseler, yeni bir kavga bahanesi doğardı. Ne borç yüzünden sıkıntı yaşayalım ne de tüm yükü Zeynep’in omuzlarına bırakalım istiyordum. Hem belki yakında evlenirdi. Bu durumda aldığımız evin borcunu tek başına ödemek ona da ağır gelirdi.
Dalgınlığım, yanımda oturan yönetmen yardımcısı Emre’nin sesiyle bölündü.
“Çok durgunsun Ezgi. Bir sorun mu var?”
“Efendim? Anlamadım.”
“Bir sıkıntın varsa çözelim diyorum.”
“Teşekkür ederim Emre. Biraz yorgunum, o kadar,” dedim ve yüzüme silik bir tebessüm yerleştirdim.
Önüne dönüp ortadaki et tabağından benim tabağıma biraz daha aldı. Yanına salata eklemeyi de ihmal etmedi.
“Sağ ol ama çok fazla oldu. Yemem mümkün değil.”
“Bitir o tabağı. Son zamanlarda biraz zayıflamış gibisin.”
“Yok, aynı kilodayım.”
“Bana öyle geldi demek ki. Gerçi bir aydır görüşmüyoruz, normal.”
“Sanırım,” dedim ve masanın diğer ucunda, Zeyneplerin olduğu tarafta dönen muhabbete kulak kabartmaya çalıştım.
Tam o sırada Emre’den hiç beklemediğim bir iltifat gelince şaşkınlıkla olduğum yerde kaldım.
“Ödül gecesinde muhteşem görünüyordun. Yanında olmayı çok isterdim.”
Beni şaşırtan sözleri değil, bunları söylerken iyice dibime girip kulağıma doğru eğilmesiydi. Ne ara bu kadar yaklaştığını anlayamamıştım. İçimde, ‘Ne oluyor bu masada?’ diye bağıran bir Ezgi belirdi.
Ben şaşkınlıkla yüzüne bakarken, o imalı bir sırıtışla dönüp yanındaki arkadaşımızla konuşmaya başladı. Belki kötü bir niyeti yoktu ama ben fazlasıyla rahatsız olmuştum. Önümdeki tabağa baktım. Tüm keyfim ve iştahım kaçmıştı. En son ne zaman birinin bana bu kadar yaklaşmasına izin verdiğimi hatırlamıyordum. Fark etseydim, asla izin vermezdim.
Masadaki sohbete katılmaya çalıştım ama midemde yükselen bulantı buna izin vermedi. Sessiz kalmayı tercih ettim. Mümkün olduğunca Emre’nin olduğu tarafa dönmemeye çalışıyordum. Zeynep durumumu fark etmiş olmalıydı ki yanıma gelip,
“Lavaboya gidelim mi?” dedi.
Ayaklandım. Önden gidip kapıyı açan arkadaşımın yüzüne bakmamaya çalışıyordum.
“Bembeyaz oldun Ezgi, neyin var? İyiydin.”
“Biraz fazla yedim sanırım,” dedim gözlerimi kaçırarak.
İnanmadığı belliydi. Kollarını bağlayıp yüzüme dikkatle bakmasından anlamıştım. Kaçmak istercesine musluğu açıp yüzümü yıkarken bile beni izlediğini hissediyordum.
Olabildiğince ağırdan alarak doğruldum, peçete almak için makineye döndüm. Ellerimi kurularken kolumdan tutup beni kendine çevirdi.
“Bir şey var Ezgi. Emre’yle konuşuyordunuz. Ondan sonra oldu,” dedi özellikle vurgulayarak.
“Yok bir şey,” dedim sıkıntıyla. “Sanırım bana iltifat etti.”
“Anlıyorum. Ama bu onu kötü biri yapmaz, biliyorsun değil mi?”
Sorunlu olanın ben olduğumun farkındaydım. Zeyno, sırf beni iyi hissettirmek için yalan söyleyecek biri değildi.
Başımı sallayarak onu onayladım. Gözlerine bakamıyordum. Yerdeki karoların desenlerini incelemek kaçmamı kolaylaştırıyordu.
“Ama senin de suçun yok,” dedi yumuşak bir sesle. “Sadece aşman gereken bazı hisler var.”
“Biliyorum,” dedim, desteği karşısında mahcupça.
“Gözlerime neden bakamıyorsun o zaman Ezgi? Kaldır başını.”
Dediğini yaptım.
“Kendini suçlamayı bırak. İnsanlar birbirine iltifat edebilir.”
“Haklısın,” dedim, kendimi gülümsemeye zorlayarak.
“Miden iyiyse içeri geçelim mi?”
“Olur.”
Zeynep bu tip durumlarda arkadaştan çok anne moduna girerdi. Başkalarına da böyle mi davranırdı bilmiyorum ama bana anne şefkatiyle yaklaştığı kesindi.
Masaya döndüğümüzde yaz dizisi için oyuncu isimleri konuşuluyordu. Zeynep hemen sohbete dahil oldu, ben ise kendime pek yer bulamadım. Dalgındım. Yemek bitince masa yavaş yavaş dağılmaya başladı. Ben çoktan hazırlanmış, Tufan’la Zeynep’in arabayı getirmesini beklemek için kapıya çıkmıştım.
“Taksi bekliyorsan bırakabilirim,” diyen Emre’nin sesiyle arkama döndüm.
İçeride yaşadıklarımın onunla ilgisi olmadığını kendime telkin ederek sakin kalmaya çalıştım.
“Teşekkür ederim ama bugün Tufan bırakacak. Zeynep’le arabayı getirmelerini bekliyorum.”
“Araba kullanmayı sevmediğini duymuştum. Böyle durumlarda beni de arayabilirsin.”
Bu kadar detay bilgiye sahip olması canımı sıktı ama belli etmedim.
“Hayır, şehir çok kalabalık olduğu için trafiğe çıkmayı sevmiyorum, o kadar,” dedim.
O cevap vermeden Tufan arabayla geldi.
“Hoşça kal,” deyip yanından ayrıldım. Açıkçası kurtulmuş hissediyordum.
Ben arabaya binerken, onlar Emre’yle vedalaşıyordu.
Arka koltukta sessizce yol alırken Zeyno’nun sesiyle biraz öne doğru eğildim.
“Emre de bugün pek ilgiliydi,” dedi Tufan’a bakarak.
“Ne konuda?” diye sordu Tufan, doğal olarak yaşananlardan habersizdi.
“Ne bileyim,” dedi Zeynep, “Ezgi’ye bayağı yakın davranmaya çalıştı. Bizim kızın çok sosyalleşmediğini biliyor ya.”
Zeynep, Tufan’dan Emre hakkında bilgi almaya çalışıyordu.
“Olabilir,” dedi Tufan. “Ekip artık Ezgi’yi tanıdı.”
“Araba kullanmayı sevmediğimi nereden biliyor acaba?” diye sordum kendi kendime ama sesim istemeden yükselmişti.
Tufan gözünü yoldan ayırmadan, kendisine sorduğumu sanarak,
“Sanırım laf arasında ben söylemişimdir,” dedi. Sonra bir an duraksadı.
“Ya da Emre benden laf almaya çalıştı. Vay be.”
“Aşkım, kızın özelini niye söylüyorsun?” dedi Zeynep.
Dirseğimi koltuk omzuna koyup onlara biraz daha yaklaştım.
“Çok özel değil aslında ama ben çekiniyorum Tufan. Herkes bilsin istemiyorum.”
“Haklısınız, düşünemedim bunu,” dedi. “Ama Emre iyi çocuktur. Birine ilgin varsa hakkında bir şeyler öğrenmek istemen doğal.”
“Yine de dikkat edersen sevinirim,” dedim.
“İstersen konuşabilirim, bir daha yaşanmaz.”
“Yok, abartmayalım şimdi,” dedim gülerek.
“Yine geldi sana ‘vur’ dedik, ‘öldür’ perileri,” diyen Zeynep’in de katılmasıyla iyice rahatlamıştım.
Emre’nin varlığını neredeyse tamamen unutmuştum.
“A, bu arada Demir Bey’i Tufan tanıyormuş.” diyen arkadaşıma şaşırıp yüzümü, Tufan’ın yolu izleyen yüzüne çevirdim.
“Öyle mi, daha önce söylememiştin.”
“E sormadınız ki…” diyerek çok mantıklı bir cevap verdi adam.
“Doğru. Nereden tanıyorsun?”
“Ben TV stajımı Piraye Hanım’ın yanında yaptım.”
“Bak, bunu ben de bilmiyordum.” dedi Zeynep, bana bakarak.
“Çok ilginç. Bizim yapım şirketinin bağlı olduğu TV ile AD Medya rakip değil mi? Nasıl oldu da bu tarafa geçtin?” diye sordum.
Tufan biraz sağ sinyal verip yolu hafifçe kontrol ederek geçerken düşünmek için zaman kazanmıştı.
“AD Medya’da staj yaparken, yapım şirketinden sorumlu kişiyi gereksiz masraf yapıyor diye şikâyet ettim. Piraye Hanım da fazla ukalalık yaptığımı düşünüp kovdu.” dedi gülerek.
Zeyno ile birbirimize baktık sadece. Tufan hâlimizi anlamış olacak ki,
“Şikâyet ettiğim kişi Ani Aden’di de ondan. AD Medya’nın içinden çıkmış birini hiçbir yer reddedemezdi, ben de Venüs Yapım’a gittim.” dedi.
“Gayet doğru bir hareket vallahi, ben de senin gibi yapardım.” dedi Zeynep.
Bense farklı bir noktaya takılmıştım. Tufan, hem AD TV hem de Demir hakkında birçok şey biliyordur.
“Tufan.” dedim, sesime soru soracağımı yansıtarak.
“AD Medya’nın 75. yılıymış, değil mi?” deyince,
“Evet, hatta Demir belgeselini yapmayı düşünüyordu.” dedi, asıl sormak istediğim soruya benden önce cevap vererek.
Nasılsa yakında öğrenecekti benim belgesel işinde olduğumu. Söylemekte bir sakınca görmedim.
“Bana o belgesel senaryosu için teklif geldi.”
“Oo, sağlam iş. Ne dedin?”
“Kabul ettim. Zeyno’nun izniyle tabii.” deyince, Zeyno’nun saçlarını havalı bir şekilde arkaya atışı Tufan’ı güldürmüştü.
“Aklında soru işaretleri mi var?” diye sordu, yine düşünceli hâlimi fark ederek.
“Tam olarak soru işareti diyemem ama fazla gizem, fazla dikkat edilmesi gereken şeyler var. Biraz ürkütmüyor değil.”
“E bu normal değil mi Ezgim? Koca AD Medya yani.” diyen Zeyno’nun rahatlığından istiyorum ben de.
“Bilmiyorum işte… Normal mi?”
Evimizin olduğu sokağa girerken,
“Neden normal olmasın ki? Bir sürü rakipleri var. Bu işi baltalamak isteyebilirler ya da benzer bir şeyi onlardan önce yapabilirler. Alen Bey hiç hoşlanmaz bu tür şeylerden. O istemiştir gizliliği. İçin rahat olsun.” dedi Tufan.
“Sen öyle diyorsan, biraz daha mantıklı geldi.” dedim. Tufan, hayatımda gördüğüm en temiz ve dürüst insanlardan biriydi. Kendi abim kadar güveniyordum ona. Bu proje için yaptığı yorum içimi oldukça rahatlatmıştı. Altında bir şeyler aramayacak, sadece işimi yapacaktım.
“Ha, bir de rakip yapımla iş yapacak olmam sıkıntı olur mu? Ali Bey bir şey der mi?” dedim sıkıntıyla.
“Buradaki işin ayrı, Ezgi. Ek iş gibi değil mi? Tamamen o yapıma geçmedin sonuçta.”
“Evet, sadece bu projede yer alacağım, o kadar.”
“Hiçbir şey olmaz. Ayrıca olsa bile Demir seni ortada bırakmaz, orada başlarsın.”
“Umarım olmaz.” dedim umutla. Kendi işimde mutluydum çünkü. AD Medya’ya ilk gittiğim gün, özellikle Ani Hanım’ın ortamı germesi negatiflik vermişti bana. Venüs Yapım’da daha mutlu olacağımı düşünüyordum ben.
Düşüncelere dalmışken çoktan evin önüne gelmiştik. Tufan’a iyi geceler deyip içeri geçtik.
Zeynep odasına geçmeden,
“Ezgi, şu kitap hakkında ne düşünüyorsun?” diyerek okuduğumuz novel türü kitabı, yaz dizisi formatına uyarlama işini sordu.
“Kitap çok güzel ama yaz dizisi için uygun olduğunu düşünmüyorum ben.”
“Hangi açıdan?”
“Bize türünü söylemediler ve bizim ülkemizde yaz dizisi deyince akla gelen ilk şey romantik-komedi ya da aile konulu olur. Dram pek gitmez ya, o açıdan dedim.”
Biraz düşündü.
“Belgeselle kafan daha meşgul şu an ama biliyorsun yapımla da bir sözleşmemiz var. Yani yazmamız lazım. Şu makyajlarımızı çıkaralım, üstümüzü değiştirelim ve salonda toplanalım bence Ezgim.” dedi, odasına yönelirken.
Gece başka bir projeyle devam edecekti anlaşılan.
…
Ömer’in mütevazı evinin oturma odasında, loş ışık altında üç adam toplanmıştı. Aslan, Demir ve Ömer…
Masanın üzerinde haritalar, cihaz parçaları ve yarım kalmış kahve fincanları dağılmıştı. Gece yapılan operasyonun izleri hâlâ taze gibiydi. Ömer, Aslan’ın yarasını sarmış, şimdi de Aslan ona pansuman yapıyordu.
Aslan, Ömer’in alnına pansuman yaparken bir yandan da Demir’e dik dik bakıyordu. Demir ise bu korunaklı evin bile takip edilme şüphesiyle, biraz da derin düşüncelerle pencerenin karanlığından etrafı izliyordu.
“Tamam, bir daha üstünden geçelim.” dedi Demir. Sesi her zamanki gibi otoriterdi. Elleri cebinde, odada volta atmaya başlamıştı.
“Paket teslim edildi, değil mi? Her şey yolunda gitti sanıyordum. Sonra?”
Aslan bir an duraksadı, sonra kahkaha attı ama bu kahkaha öfkeli bir ayak izinin sesi gibiydi.
“Yolunda mı? Demir, sen ciddi misin? Peşimize takıldılar! Arabayı paramparça ettiler, kurşunlar yağdı üstümüze. Senin haberin yok mu bundan?”
Demir kaşlarını çattı, durdu ve Aslan’a döndü.
“Haberim yoktu. Rıza Hoca’ya gidene kadar. Operasyon bitince cihazları çıkardım. Saldırı olacağını hesaplayamadım.”
Aslan ayağa fırladı, yaralı kolu sallanırken yüzü kızardı.
“Hesaplayamadın mı? Senin hesabın kusursuz işlerdi hani! Ama bak, neredeyse ölüyorduk orada. Kafan şu an operasyon kaldıracak durumda değilse biraz dinlen, bırak da biz halledelim. Bu kadar dalgınlık, bu kadar hata… Ölebilirdik Demir.”
Demir’in gözleri kısıldı, yumruklarını sıktı. Yüzü öfkeyle gerildi.
“Ne demek istiyorsun Aslan? Beni mi suçluyorsun? Benim planım her zaman kusursuzdur! Dinlenmek mi? Ağzından çıkanı kulağın duysun. Siz operasyon tamam deyince bitti sandım. Tek suçlu ben miyim?”
Ömer hemen araya girdi, ikisinin arasına geçti. Elleriyle yatıştırıcı bir hareket yaptı.
“Sakin olun ikiniz de. Aslan, abartma; Demir’in haberi olmaması normal, cihazları erken çıkarmış. Demir, sen de kızma; Aslan yaralı, sinirleri gergin. Operasyonu gözden geçirelim, suçlu aramayalım. Paket tamamlandı ama peşimize düşenler kim, onu bulalım. Birlikteyiz, hatırlayın. Kahve içelim bir, sakinleşelim.”
Aslan homurdanarak oturdu ama gözleri hâlâ öfkeliydi.
“Tamam ama bir daha böyle dalgınlık olmasın Demir. Hepimizin hayatı anlık bir yanlış hesaba bakar.”
Demir derin bir nefes aldı, başını salladı ama siniri hâlâ yüzünden okunuyordu.
“Peki, devam edelim. Peşinize düşen arabayı tarif et, belki ipucu vardır.”
Ömer gülümsedi; arabuluculuğu işe yaramıştı.
“İşte bu. Adım adım gidelim. Kahveleri kapıp geliyorum.” dedi.
“Ömer abi, senin evinde kahveden başka bir içecek yok mu? Finallerde büte kalmamak için direnen üniversite öğrencilerine çevirdin bizi.” diye isyan etti Aslan.
Ömer, bir elini belinin kemer kısmına koyarak cevap verdi.
“Kusura bakmayın Aslan Bey. Mahzende 1950 Agua Mala var ama şimdi açarsak dinlenmesi gerekir. Değerli vaktinizi almayalım,” dedi ve odadan çıkarken ya sabır dercesine başını salladı.
“Zengin olunca sana mahzenli ev yaptıracağım Ömer abi,” diye arkasından takılmayı sürdürdü Aslan.
Demir masaya eğilmiş, planları inceliyor gibi görünüyordu ama aklı orada değildi. Bu durumu fark eden Aslan, kuzenine baktı. Birlikte büyümüş olmanın getirdiği en büyük avantaj, birbirlerinin ruh hâlini tek bakışta anlayabilmeleriydi.
“Rıza Hoca kızdı mı?” diye sordu, asıl merak ettiği konuya gelmek için.
Demir gözlerini masadan alıp cama çevirdi.
“Kızgındı. Haklı… Ama bir anlığına hain olup olmadığımı sorgulayacak kadar ileri gitti.” dedi kırgın bir sesle.
Aslan şaşırmadı. Daha önce defalarca bu testten geçmişti.
“Seni denemiştir, takılma. Küçük bir hata değildi sonuçta Demir.”
“Haklısın. Değildi,” diye iç çekti Demir.
Masada duran Ömer’in sigarasıyla göz göze geldi. Bırakalı epey olmuştu; gerçi tam olarak başladığı da söylenemezdi. Daha çok otlakçı misali… Paketten bir dal aldı, sakince dudaklarına götürüp yaktı. Duman ciğerlerine dolarken ayağa kalktı ve pencereye doğru yürüdü.
Fincanlarla içeri giren Ömer ve oturan Aslan arkasından baktı. Ruh hâlindeki durgunluğu fark etmişlerdi ama sorsalar cevap alamayacaklarını bildikleri için göz göze gelip sustular.
Demir dışarıyı seyrediyordu. Aslında görülecek bir manzara yoktu ama karanlığı izlemek bile dağınık zihnine iyi geliyordu. İçine çektiği duman, geçtiği yollardan kirli izler bırakarak ciğerlerine iniyordu.
Beyninde defalarca dönen sahne, bu geceki operasyonu ve arkadaşlarının uğradığı saldırıyı tüm detaylarıyla düşünmesine engel oluyordu. Birkaç saat önce, Rıza Sert’in evinde yaşanan o an… Perdenin hafifçe oynayışı… Fark etmişti. Arkasında bir çift gözün varlığını hissetmişti ama artık önemi yoktu.
Bundan sonra yalnızca kendisi ve ömrünü adadığı hedefleri vardı.
Aşk ise iki satırlık bir veda yazısında yakıp küllerini savurduğu cümlelerden ibaretti.
Canı hâlâ yanıyordu ama bir gün geçeceğini de biliyordu.
Sigarası yarıya bile gelmeden pencerenin mermer pervazında söndürdü. Arkasını döndüğünde, kendisine bakan Ömer ve Aslan’ın başlarını aynı anda önlerindeki kahve fincanlarına çevirdiğini gördü. Merak ettiklerini biliyordu.
“Sinan da oradaydı,” dedi kahve fincanına doğru yürürken. “Hangi durum olursa olsun, Rıza Hoca’nın evinde görüşme yapmamaya karar verdim.”
Henüz sıcaklığını kaybetmemiş fincanı iki eliyle sardı, koltuğa yayılıp ilk yudumu aldı.
“Şimdi anlaşıldı düşünceli hâller,” dedi Aslan, arkasına yaslanarak. “Ama ona biz karar veremiyoruz yalnız.”
Ömer ise bambaşka bir noktaya takılmıştı.
“Pervaza mı söndürdü o sigarayı?” diye kaşlarını çattı.
“Benim kararım net. Hoca da çok isterse, sen gidersin görüşmeye Aslan.”
“Tabii efendim, Hoca seni mi kıracak?” diye kinayeli bir cevap geldi Aslan’dan.
“Orayı temizlemeden bu evden gidemezsin. Kendi dağınık evin sandın herhalde benim penceremi.” dedi Ömer, konuyla zerre ilgisi yokmuş gibi.
“Ömer abi, konumuz şu an senin pervazın mı?”
“Başka konu mu var Aslan?”
“Adam şurada iki dakika aşk acısı çekemedi sayende.”
“Beni ilgilendirmez. Zamanında uyarmıştım. Ağzını yaya yaya ‘abi biraz fazla kötümsersin’ demeyi biliyordu. Gördük şimdi kim kötümser, kim götümser. Çeksin.”
Ömer’in sözlerinden sonra Demir derin bir iç çekti. Haklıydı ama mesele bu değildi.
“Size saldıran Latin Davi değildi. Buraya gelmeden teyit ettirdim,” dedi Demir. “Orada olacağımızı ekipten başka kimse bilmiyordu.”
Ömer ve Aslan’ın dikkati anında asıl meseleye çekildi.
“İçeriden dışarı bilgi sızdığını mı düşünüyorsun?”
“Direkt hain var diyorum Ömer abi. Rıza Hoca’nın bana o imayı yapması boşuna değildi. O da şüpheleniyor.”
“İyi de neden senden şüphelensin? O seni oğlu gibi görür.”
“O eskidendi Aslan. Neden görmesin ki?”
“O hâlde bırakalım, şüpheleniyorsa kendisi bulsun haini,” dedi Aslan, Demir kadar takılmadığını belli ederek.
Demir cevap vermedi. Belli ki bu meseleyi içinde büyütmeye devam edecekti.
“Ömer abi, kahve için teşekkürler ama sana şöyle güzel bir filtre kahve makinesi alalım ya. İçilmiyor bunlar,” dedi Aslan.
Ömer’den tek kelimelik okkalı bir cevap geldi:
“Nankör.”
“Uğraşma adamla,” dedi Demir, ayağa kalkarken.
Aslan da kalktı.
“Yarın önemli toplantılarımız var abi, biz kalkalım.”
Ömer, Demir’e sarıldı. Çok sık yaptıkları bir şey değildi ama bu anlardan biri yaşanıyordu. Aslan’la da vedalaştıktan sonra onları uğurladı. İçeri döndüğünde pencere pervazındaki izmariti fark edip ikisine de sövmeyi ihmal etmedi.
Ezgi ve Zeynep iki saattir yaz dizisi için kafa patlatıyordu ama istedikleri yolu bir türlü bulamıyorlardı. Aradıkları parlak fikir, ilerleyen saatlerde görüntülü arayan Turan’dan geldi.
“Fason senarist öneririm size.”
“Fason senarist ne Turan ya?”
“Kabul ediyorum, kötü espri. Yani yapımda çalışmayan, dışarıdan biri. Yaz dizisi için ondan destek alacaksınız, siz de yeni sezon projelerine odaklanacaksınız.”
“Yasak değil mi bu?” dedi Ezgi temkinli bir sesle. “Ali Bey, böyle çalıştığı bir ekiple sorun yaşadıktan sonra senaryo ekibi kurdu diye biliyorum.”
“Doğru ama bu seferki doğrudan size çalışacak. Yapımla ilgisi olmayacak. Hani sen stajdayken nasıl yetiştirildin Ezgi, öyle düşün.”
“Doğru ama çok da ezildim. Başkasının ezilmesini istemem.”
“Siz ezmezsiniz.”
“Biz ezmeyiz ama yapım içinde ezilir,” dedi Zeynep.
Bir an sessizlik oldu.
“Galiba buldum,” dedi Zeynep. “Sektörden olmayan ama kendi kitlesi olan biri. Adaptasyon sorunu yaşamaz, rahat çalışırız.”
“Aklında biri mi var?”
“Evet Ezgim. Okuduğumuz noveli yazan kız.”
Tufan’dan şaşkın bir “Ne?” yükselirken, Ezgi dudaklarını ısırdı.
“Olabilir mi acaba?”
“Neden olmasın? Milyonlarca okunmuş bir kitap. Sen de beğenmiştin.”
“Aslında denemeye değer.”
“Bu işe beni karıştırmayın ama,” dedi Turan. “Ali Bey kabul etse bile Yalçın Bey etmez.”
“Ben konuşurum,” dedi Zeynep heyecanla. “Yazara da ulaşırım.”
Aramayı bitirip kısa bir yol haritası çizdikten sonra odalarına geçtiler.
Ezgi, asıl işine odaklanması gerekirken belgesel projesini düşünüyordu. Demir’in ciddiyeti, projenin gizemi ve görünmeyen tehlikeleri onu hem huzursuz ediyor hem de merakını körüklüyordu.
Tam bu sırada Yağmur’dan bir arama geldi.
“Ezgi, iyi geceler. Rahatsız etmedim umarım.”
“Hayır, iyiyim. Sen iyi misin?”
“Teşekkürler iyiyim. Demir yarın Piraye Hanım’ın bizi tanışmak için beklediğini haber vermemi istedi.”
“Bu saatte mi?”
“Ben de aynısını dedim ama Demir işte… Saate pek bakmıyor. Yarın yine biz alacağız seni.”
“Ona empati modülü yüklenmemiş belli ki.”
Yağmur güldü.
“Bir şey daha var… Biraz daha resmi olabilir misin? Piraye Hanım biraz..”
“Anlıyorum,” diye böldü Ezgi. “Namını duymayan yok. Anna Wintour bir, Piraye Adin iki diyorlar.”
Yağmur’un kahkahası Ezgi’ye de bulaştı.
“Kim dediyse doğru demiş.”
“Merak etme, uygun bir kıyafetim var.”
“Tamam. Yarın görüşürüz.”
“Sana da iyi geceler.”
Telefonu kapattıktan sonra yaptığı ilk iş, gardırobunda en son ne zaman giydiğini hatırlamadığı takım elbiseyi bulmak olmuştu. Siyah zamansızdır, her yere gider düşüncesiyle sabaha hazırladı.
Sabah kahvaltı bile yapmadan takımını giydi, saçını at kuyruğu yaptı. Hatta biraz da abartılı bir şekilde sabitleyici sprey sıktı ki kenarlardan çıkma durumu olup da dikkatini dağıtmasın.
Yağmur’la birlikte yola çıktıklarında genç kadındaki gerginliği düşük enerjisini fark etmişti. Gerçi onun da Yağmur’dan aşağı kalır yanı yoktu ama yine de onun kadar gergin hissetmiyordu.
“Gerginlik var sanki biraz,” dedi tebessümle.
“Uzun zamandır Piraye Hanım’la görüşmemiştim. Onun gerginliği,” deyip iç çekti.
“Ona bakarsan ben de hiç tanışmadım ama bak, gördüğün gibi… Senin bana destek olman gerekmiyor muydu acaba?”
Sonunda rahatlayıp gülmeyi başaran Yağmur,
“Demir de olsaydı keşke,” dedi.
Ezgi, Demir ve Yağmur arasındaki ilişkinin sandığından daha derin olduğunu düşündü ve karşılık olarak sadece gülümsedi.
Adin Holding’e geldiklerinde ikisi de kapıda karşılandı. Piraye Hanım özellikle istemişti bunu. Asansör 27. katta durduğunda Ezgi’nin midesi tamamen düğümlenmişti.
Koridor, şirketin diğer katlarına hiç benzemiyordu. Karşılıklı duvar boyunca dizilmiş Viktorya dönemi şehir tabloları, koyu renkli kadifelerin arasında parlıyor, altın çerçeveler dar birer tehdit gibi ışığı geri yansıtıyordu.
En önde Piraye Hanım’ın gönderdiği asistan, arkasında Yağmur, onun arkasında ise Ezgi vardı. Kapının önünde durup kısa bir nefes aldılar. Asistan kız, kapıyı iki kez tıklattı ve tok bir “Buyrun,” sesi duyana kadar açmadı.
“Hazır mısın?” dedi Yağmur fısıltıyla.
Ezgi başını salladı.
“Ne kadar hazır olunabilirse o kadar.”
Kapı açıldığında asistan kız, Piraye Adin’e misafirlerini takdim edip odadan çıktı. İki genç kadın, odanın karanlık ihtişamıyla karşı karşıya kaldı.
Koyu yeşil duvarlar…
Varak detaylı lambalar…
Yine Viktorya dönemi tabloları…
Ve tam ortada, masanın arkasında, Ophelia tablosunun hemen altında bir kadın:
Piraye Adin…
Ezgi, kadını ilk gördüğü anda neden birçok kişinin ona “Türk Anna Wintour” dediğini anladı.
Keskin bakışlar.
Kusursuz bir topuz.
Siyah çerçeveli gözlüğün ardında, hiçbir duyguyu ele vermeyen gözler…
Bakışları keskin ve ölçülüydü; dudaklarında ne bir gülümseme ne de bir kızgınlık vardı. Sadece güç…
Bakışları önce Yağmur’a döndü.
“Yağmur, her zamanki gibi dakiksin.”
Tonunda ne sıcaklık vardı ne de soğukluk. Fakat Ezgi, Yağmur’un gözlerinde bir anlık bir his yakalamıştı; tanınmışlık hissi…
Piraye onu tanıyordu. Hem de çok iyi. Bu da Demir’le aralarındaki ilişkiyi açıklıyordu.
Sonra Piraye’nin bakışları Ezgi’ye döndü.
İnsanı kıyafetiyle, duruşuyla, hatta nefesiyle birlikte tartan bir bakış…
“Sanırım siz… Ezgi Yıldırım.”
Adını telaffuz edişi, not alır gibiydi, resmi ve ölçülü.
Ezgi hafifçe eğildi.
“Memnun oldum, Piraye Hanım.”
Piraye başıyla yalnızca milimlik bir selam verdi.
“Hoş geldiniz.”
Ezgi’nin içi “Hoş buldum,” derken daha da kasıldı. Kadının yüzünde hiçbir ifade yoktu; ne merak, ne gerginlik, ne hoşnutsuzluk…
Sadece kontrol enerjisi yayılıyordu.
Piraye masadaki dosyayı kapattı.
“Belgesel çalışması için bugün sizi dinlemek istedim. Zamanım sınırlı, o nedenle doğrudan konuya girelim.”
Yağmur, Ezgi’ye dönüp hafifçe teşvik edici bir bakış attı.
Ezgi toparlandı, çantasından notlarını çıkardı.
“Yıldönümü belgeselinin mevcut iskeletini inceledim ve..”
Piraye elini hafifçe kaldırdı. Ezgi sustu.
“Ön toplantıda taslak sunulmayacak. Bugün sadece tanışacağız.”
Ezgi duraksadı. Hem belgesel için dinlemek istediğini söylüyor hem de yalnızca tanışmaktan bahsediyordu. Kafa karışıklığıyla,
“Tabii… elbette,” diyebildi.
Piraye, Ezgi’ye birkaç saniye süren uzun bir bakış attı.
Bu bakış, Ezgi’nin geçmişini, karakterini, disiplinini tartıyor gibiydi; yine de hiçbir duygu okunmuyordu.
“Yapım şirketi sizin hakkınızda olumlu konuştu,” dedi Piraye.
Tonu nötrdü.
Ne övgü vardı ne eleştiri.
Sadece bilgi.
Ezgi bunun bir beğeni değil, onay süreçlerinden biri olduğunu anlamıştı. Bu işe yapım şirketine sormadan imza attığı için bir sorun çıkmayacağını kavramak, içini rahatlatmıştı. Rakip bir televizyona çalışıyor olsalar da bu sektörde Piraye Adin’e kimsenin karşı gelemeyeceğini bir kez daha teyit etmiş oldu.
Piraye devam etti:
“Disiplin, sizin işinizde önemlidir. Belgesel tarafında zamanlamalar çok daha keskindir. Görev sizdeyse, disipline uymak zorundasınız.”
Ezgi başını salladı.
“Anladım.”
Piraye gözlüğünü hafifçe düzeltti.
“Güzel. Birlikte çalışacağımız için bazı küçük kuralları bilmenizi isterim.”
Odanın diğer ucundaki tabloları işaret etti.
“Buradaki çalışmalar, şirketimizin tarih anlayışına işaret eder. Yüzeyde görünen her zaman görünen değildir.”
Ezgi bu cümlenin altını zihninde defalarca çizdi.
Piraye kısa bir nefes aldı.
“Yağmur Hanım, siz Ezgi Hanım’a şirket içi erişim kartını ve güvenlik yönergelerini iletin.”
“Tabii Piraye Hanım.”
Sonra Piraye yine Ezgi’ye döndü.
“Bugünlük bu kadar. Belgeselin birinci sunumu için üç gün sonra tekrar, evde görüşeceğiz.”
Ezgi başını hafifçe eğdi.
“Peki. Memnun oldum tekrar.”
Piraye de başını hafif eğip küçük bir selamla karşılık verdi. Onlar daha odadan çıkmadan bakışlarını çoktan dosyasına çevirmişti.
Ezgi ve Yağmur odadan çıkarken Ezgi’nin aklından tek bir düşünce geçiyordu:
Bu kadın kimseye güvenmiyor. Ve ben şu an onun dünyasında oyun oynuyorum.
…
Binadan ayrılmadan önce, Ezgi’ye AD Medya’da rahatça hareket edebilmesi için hazırlanan kartı aldılar. Arabada yola çıktıklarında suskunluğu bozan Ezgi oldu.
“Sert bir kadın mı, yoksa öyle mi görünüyor, çözemedim.”
“Serttir ve bunu göstermekten çekinmez.”
“Demir ona benziyor.”
“Benzer. Ama onun kadar sert değildir,” dedi Yağmur ve yine sessizliğe gömüldü.
Yağmur’daki bu durgunluk Ezgi’yi de rahatsız etmişti. O da sessiz kalmayı tercih etti.
AD Medya’nın gri-siyah tonlardaki modern ofisine girdiklerinde Ezgi’nin içine tuhaf bir kasvet çöktü. Burası klasik televizyon kanallarından çok farklıydı; duvarlarda haber bülteni panoları değil, yıllar önce yapılmış kritik operasyonların arşiv görüntüleri vardı.
Ama Ezgi hiçbirine dikkat etmedi. Çünkü içeri girer girmez Yağmur’un değişimini fark etti. Kadın yürüyüşünü bile düzeltmişti. Sanki kendi alanına, kendi savaş sahasına girmiş gibiydi. Az önceki sinmişliğinden eser yoktu.
“Şuraya geçelim,” dedi Yağmur, masayı işaret ederek.
“Adin Malikanesi röportajı için soru çatısını burada çıkarmamız gerekiyor.”
Ezgi not defterini çıkardı, eli hafifçe titrer gibi oldu.
“Bu kadar erken mi gitmemiz gerekecek oraya?”
“Evet,” dedi Yağmur, gözlerini bilgisayara çevirerek.
“Piraye Hanım, röportajın ilk bölümünün yarım saatten fazla olmamasını istedi. Ne soracağımızı çok net belirlememiz gerekiyor.”
Ezgi başını salladı.
“Tamam, hazırlanalım.”
İkili çalışmaya başladığında odadaki hava önce gayet normaldi.
Ben
Sorular:
— Ailenin medya kariyerinin başlangıcı
— Holdingin 75. yıl vizyonu
— Türkiye’de medya dönüşümü
Yani herkesin bildiği, görünürde olanlar…
Ezgi, içinden “Bu ailede görünürde olanlar gerçekten öyle midir?” diye geçirmeden edemedi.
Dakikalar sonra kapı hızla açıldı. Ezgi istemsizce irkildi.
Demir Adin içeri girmişti.
Üzerinde koyu lacivert bir takım vardı ama kravatı yoktu. Yüzü ise sanki dün gece hiç uyumamış gibi gergin ve sertti. Saçlarını eliyle geriye itmişti, bakışları dalgındı. Hem sinir hem de derinden gelen bir yorgunluk olduğu çok net okunuyordu.
Yağmur refleksle ayağa kalktı.
“Demir?”
Demir hiçbir şey söylemedi.
Sadece masanın üzerindeki dosyayı aldı, hızlıca sayfaları çevirip ters bir nefes verdi. Ezgi, birkaç gün önce gördüğü o karizmatik duruşun yanında bugün başka bir şey daha hissediyordu: Adamın içinde çok karanlık bir fırtına vardı.
Demir o sırada Aslan’ın sesiyle daldığı yerde irkildi.
“Gerginlik seviyemizi on üzerinden on olarak değerlendiriyorum kuzen. Günaydın bu arada gençler.”
Aslan kapıdan sırıtarak girdi. Yarı spor bir ceket giymişti, elinde kahve bardağı vardı.
“Ezgi Hanım, korkmayın.” dedi eğlenceli bir tonda, Demir’i işaret ederek.
“Bu yüzle doğdu, alışınca çok seviyorsunuz.”
Ezgi ne diyeceğini bilemedi, sadece kısa bir gülümseme verebildi.
Demir ona kaşla göz arasında bir bakış attı. Bakışında bir yumuşaklık ya da bir kabullenme yoktu. Daha çok, kendi zihninden dışarı çıkamayan birinin boşluğu vardı.
Yağmur, ortamdaki kasveti kırmak için hemen konuştu.
“Demir, kahve ister misin?”
Ezgi bir an durdu. Yağmur’un bu yumuşak tonu… Ani refleks…
O anda Ezgi’nin aklından şimşek gibi bir düşünce geçti; ilişkileri olduğu için Piraye Hanım’ın karşısında öyle suskundu.
“Hayır, istemiyorum.” diyen Demir’e baktığında, kafasını dosyaya gömmüş hâlde buldu.
Aslan hemen araya girdi:
“Ben isterim Yağmur, ben kahveyi hak ettim. Demir az önce içti zaten, değil mi kuzen?”
Demir istemsizce göz devirdi. Ezgi’nin aklındaki düşünce daha da keskinleşti. Evet, kesinlikle doğru bir analiz yapmıştı.
Yağmur kahve makinesine yürürken Aslan, Ezgi’ye yaklaşarak fısıltıya yakın bir sesle gülerek dedi ki:
“Birbirimizi boğmadan yaşamaya çalışıyoruz o kadar.”
Ezgi, güldüğünü belli etmemeye çalışarak başını salladı.
Demir bu sırada masanın köşesine dayanmıştı. Dosyadan gözünü ayırmıyordu ama Ezgi, adamın bakışlarının odaklanamadığını fark etti. Sanki harfleri görmüyor, başka bir şey hatırlıyordu. Demir’in zihninde aynı görüntü dönüyordu: Rıza Sert’in dün geceki imalı sözleri ve perdenin kıpırdanışı. Demir istemsizce yumruğunu sıktı. Aslan hemen fark etti.
“Dün geceki toplantıyı unut kuzen.” dedi yavaşça.
“Şu an Ezgi Hanım’ın işi var. Gerilimini bize sonra bulaştırırsın.”
Ezgi şaşırdı.
“Toplantı mı?” dedi ama devamını sormanın cesaretini kendinde bulamadı.
Demir derin bir nefes alıp toparlandı. Göğsündeki sıkıntıyı bastırdı. Birkaç adım attı, Ezgi’nin yanına geldi. Dosyayı masaya koydu.
“Belgeselin ilk kısmı için çalışıyormuşsunuz.” dedi net bir tonla.
Ezgi başını salladı.
“Evet, Yağmur’la soru taslağını çıkartıyoruz.”
Demir gözlerini Ezgi’ye çevirdi. Bakışında hâlâ bir gerginlik vardı ama o gerginliğin Ezgi’yle hiçbir ilgisi yoktu.
“Sorular ne kadar yüzeysel olursa o kadar iyi.” dedi.
“Bu ilk röportaj sadece görüntü alma aşaması. Gerçek kısma sonra geçeceğiz.”
Bu sefer Ezgi’nin gözlerine dalarak söylemişti. Kız anlamadı.
“Gerçek kısım derken…?” dedi ama tepesinde Demir’in bakışlarının ağırlığı kelimeleri yutmasına sebep oldu. Heyecanlanmış mıydı?
Aslan gerginliği yine dağıttı.
“Boş verin Ezgi Hanım. Demir bazen kelimelerini bizden bile saklar. Önce sonucu söyler, sonra gerçekleri verir.”
Demir, Aslan’a ters bir bakış attı ama hiçbir şey söylemedi.
Ezgi kalemini kaldırdı.
“Soruları hazırlamaya devam edelim isterseniz.”
Demir kısa bir “olur” anlamında başını salladı ama hâlâ gergindi. Zihni, dosyanın değil, Rıza Sert’in hainlik ima eden sözlerinin etrafında dönüp duruyordu.
Yağmur geri geldiğinde Aslan’ın kahvesini uzattı. Birlikte soru hazırlığına devam ettiler.
Ezgi, soruların çok yüzeysel kaldığını düşünüyordu.
— “Ailenin medya vizyonu…”
— “Globalleşme…”
— “Türkiye’de medya dönüşümü…”
“Tamam, derin sorular sormayacağız ama bunlar da aşırı yüzeysel kalmıyor mu?”
“Sen ne sorarsın?” dedi Demir.
Ezgi kendi hazırladığı soruları okudu:
“Ailenizin 2007’deki kriz dönemine yaklaşımı?”
“Orta Asya bağlantılarınız?”
“Kayıp yatırımlar?”
Adamdan “Olmaz.” yanıtını alınca, isyan eder bir tonda konuştu:
“Neden? Bunlar da tarihinizin bir parçası değil mi?”
“Her soru her kapıyı açmaz. Hatta bazı kapıların yüzünüze kapanmasına sebep olur, Ezgi Hanım.”
Ezgi bozulmuştu ama belli etmedi.
“Tamam. Soru derinliği benim işim değil zaten.”
Aslan durumu kurtarmak adına konuştu:
“Şöyle yapalım. Piraye Hanım’ın cevap vermeyeceği soruları Demir elesin. Kalanlara Ezgi, Yağmur’la birlikte karar versin. Sonuçta röportajı yapacak kişi o. Haksız mıyım, Yağmur?”
Destek almak için Yağmur’a baktı.
Kadın, önündeki dosyaya dalmış, kalemle anlamsız çizgiler karalıyordu. Bu durum üçünün de dikkatini çekti. Yağmur’dan cevap almak adına bakışlarını kadının üzerine diktiler ama sanki o, masada yalnızca cismiyle duran bir varlık gibi öylece kalmıştı.
Aslan, alışılmamış bir yumuşaklıktaki şefkat dolu ses tonuyla bir kez daha,
“Yağmur.” dediği an kadın sanki ışık hızıyla aralarına dönüp Aslan’la göz göze geldi.
İçinden “Ne oluyor bee?” diyen Ezgi’nin düşünceleri Demir’in sesiyle bölündü.
“Yağmur, soruları Ezgi’yle hazırlayacaksınız.”
Dediği an kadın gözlerini aniden çekip Demir’e baktı. Daha sonra kafasını salladı. Ne olduğunu anlayamayan Ezgi ise önündeki dosyaya uzanan Yağmur’a hâlâ şaşkınlıkla bakıyordu.
“Bütçe onayı için Ani Hanım’ın da toplantıda olması gerekiyordu, Yağmur. O neden yok?”
“Ben Piraye Hanım’a gidince unutmuşum Demir.” dedi yeni hatırladığını fark ederek.
“Hemen haber veri…”
“Ben söyledim. Birazdan burada olur.”
Demir’in, adeta kızı azarlayan sert ses tonuyla kendine geldi Ezgi.
Demir’e sinirlenmişti ama Yağmur’un Aslan’a bakışını kıskandı herhâlde diye düşündüğü için tepki veremedi.
Ani Hanım’ın da gelmesiyle devam eden toplantı bitmek üzereydi ki Ani’nin sorusuyla tüm dikkatler yine Yağmur’da toplandı.
“Yağmur, Mehmet Bey’e neden dönmedin? Çok ayıp etmişsin.”
İçine kaçan sesiyle,
“Dönerim Ani Hanım,” dedi.
“Dön. Beni mahcup etme.”
“Peki.”
Kadının Yağmur üzerindeki baskısı çok net görülüyordu.
“Ha, bir de unutmadan… Şoföre söyledim, kuru temizlemeciden sonra seni butiğe götürsün. Üstüne bir şeyler alırsın tatlım,” dediği an Aslan’ın elindeki tükenmez kalemi masaya şiddetle vurma sesi duyuldu. Ezgi olduğu yerde sıçradı.
Demir’in sesli nefes verişi de buna eşlik etmişti.
“Toplantı bitiminde benim odayı da temizletiver. Toplantı bittiyse çıkalım mı canım, sıkıldım,” diye Aslan’a doğru konuşan Ani’ye cevap veremeden başını yere eğen Yağmur’un gözünden bir damla yaş düştü.
Gizlediğini sanıyordu ama o tek damlayı gören iki kişi vardı:
Ezgi ve Demir.
Demir’in elini şiddetle masaya vurması bir oldu.
“Benim kardeşim sizin ayak işlerinizi yaptıracağınız çalışanınız değil, Ani Hanım.”
“Demir ben—” derken kadının sözünü el hareketiyle kesti.
“Bir daha kardeşime aynı muameleyi yaptığını görürsem yakarım Ani.”
Demir’in gözlerindeki ateş ve söylediği cümlelerin şoku Ezgi’yi öylesine ürkütmüştü ki olduğu yerde sindi.
“O bir Adin değil Demir, kendine gel,” diyen kadının cesaretine de şaşırmıştı. Adam, sanki birazdan üzerine saldıracak gibiydi.
“Olacak Ani. Yağmur hem Adin hem de vâris olacak. İşte o gün kaçacak delik ara kendine,” deyip oturduğu koltuğu geri iterek ayağa kalktı.
“Yağmur, Ezgi’yle benim odama geçin,” deyip eline aldığı dosyayla birlikte odadan çıktı.
Yağmur yerinden kalkabilecek gibi görünmüyordu. Mecburen bu hamleyi Ezgi yaptı.
“Hadi Yağmur,” deyip ayağa kalkarken genç kadını da kaldırmaya çalıştı. Yağmur’un başı yerden kalkmamıştı ama içten içe yaşadığı kırgınlığı Ezgi görebiliyordu.
Dışarı çıktıklarında,
“Geçen seferki odaya mı gidiyoruz?” diye soran Ezgi’ye yalnızca başıyla onay verebildi.
Ezgi asansörü bulup 10. kata bastı. Önceden Alen Adin’e ait olan ofis artık Demir’indi.. Sekreterin tuhaf bakışları altında Demir’in ofisine geçtiler.
“Demir yok.”
“Gelir birazdan.”
Ezgi az önce yaşananları anlamlandırmaya çalışırken dayanamayıp konuştu.
“Ben… kardeş olduğunuzu bilmiyordum.”
“Fark eder mi? Ben yine Yağmur’um.”
“Yok, o anlamda demedim. Elbette öylesin. Sadece Adinleri araştırırken bu bilgi gözümden kaçmış.”
“Böyle bir bilgi yok çünkü. Ben gayrimeşru bir çocuktum.”
Ezgi bu cümleyle yutkundu. Daha hassas davranmak istedi ama nasıl yaklaşacağını bilemedi.
Anlık sessizlikten sonra,
“Demir gibi birinin senin gibi bir kız kardeşi olması imajı açısından iyi olmuş,” dedi gülümseyerek.
Yağmur’u da güldürmeyi başarmıştı.
“Çok mu soğuk görünüyor?”
“Soğuk demeyelim de çekilmez diyelim.”
Şimdi kahkaha attırmayı başarmıştı.
“Bazen ben de böyle düşünüyorum, aramızda kalsın.”
İki kadın gülerken içeri bir hışımla Demir girdi. Az önceki suratsızlığı devam ediyordu.
“Sana kaç kere Ani’ye kendini ezdirme demedim mi ben?” diye kızarken elindeki dosyayı masaya gelişi güzel fırlattı ve kızın tepesinde dikildi.
“Demir, Ani benim patronum.”
“Çözeceğim, bunu da halledeceğim,” dedi odanın cam duvarına doğru yürürken.
Sıkıntısı vardı ve bunu belli etmekten çekinmiyordu. Sesli nefes alışverişi de bunun açık göstergesiydi.
İçeri büyük bir gürültüyle Aslan girdi. Demir’den daha sinirli olduğu açıkça belliydi. Yağmur’a doğru yürümeye başladı.
“Ne dedi sana? Ne istedi senden?”
“Aslan…”
“Bir dakika Demir. Konuşuyoruz.”
“Sen konuşmuyorsun, bu ses tonuyla hesap soruyorsun Aslan.”
Aslan derin bir nefes alırken gözleri Yağmur’un üzerinde sabitlendi. Yağmur ise başını yere eğdi.
“Konuşacak bir şey yok Aslan. Her zamanki Ani Hanım işte.”
“O yüzden mi ağladın Yağmur?”
Bakışları, birbiriyle savaş hâlindeki ellerine kilitlenmişti. Düşünüyordu ama konuşmuyordu.
“Konuşacak mısın artık?”
Aslan’ın sabrı tükeniyordu. Demir de durumu fark etmiş olacak ki Yağmur’un oturduğu koltuğun dibine geldi, biraz eğildi.
“Yağmur, sen kolay kolay Ani’ye alınmazdın. Bir şey var. Anlat da çözelim.”
Yağmur, gözleri dolu hâlde başını kaldırıp önce Demir’e, sonra Aslan’a baktı.
“Neyi çözeceksiniz? Ani’nin beni her gün başka bir adamla tanıştırmaya çalışmasını mı, beni onlara tavsiye etmesini mi? Babam yaşındaki Mehmet Kılıç’ın, Ani yüzünden beni her gün rahatsız etmesini mi?”
Aslan yumruklarını sıkıp öylece kaldı. Demir ise sertçe sordu:
“Ne zamandır oluyor bunlar?”
“Boş ver, başa çıkıyorum.”
“Sana ne zamandır ‘var’ deniliyor. Niye bize söylemedin?” diye sesini yükselten Aslan’a, Yağmur ayağa kalkıp üzerine yürüyerek aynı tonda cevap verdi.
“Çünkü bıktım, anlıyor musun Aslan? Birilerinin benim hakkımda karar almasından, bir kukla gibi o kararlara uymak zorunda kalmaktan, dışlanmaktan, Ani’nin beni sürekli aşağılamasından… En çok da size sığınmaktan bıktım. Hiçbir şeyi çözmenizi istemiyorum.”
Bakışları Demir ve Aslan arasında gidip geliyordu.
“Belki de herkesin istediği gibi zengin kısmetimi bulup evlenip gitmeliyim,” diye devam ederken aynı anda odadan çıktı.
Arkasından Aslan,
“Bunu yapamazsın. İzin vermem,” diyerek yetişmeye çalıştı.
Ezgi olan bitene anlam vermeye çalışırken Demir’le göz göze geldi.
“Bunca kaosun ve sırrın içinde böyle bir projeye kalkışmak da… Ne bileyim,” dedi kendini tutamayarak.
Demir karşısına oturdu.
“Biliyor musun, bazen bunu ben de düşünüyorum. Ama bir noktada hayat şartları her zaman baskın geliyor.”
“Sizin hayat şartlarından birkaç sezon dizi çıkar gibi.”
Adam hafif tebessüm etti.
“Hadi, seni eve bırakayım.”
“Olur,” deyip ayağa kalkan Ezgi’nin yanında; gömleğinin üst düğmeleri açılmış, saçları hafif dağılmış, az evvel bir kavgadan çıkmış izlenimi veren hâliyle asansöre yürüdü.
Asansöre girdiklerinin ilk saniyesinde, kapı kapanır kapanmaz genç kadına biraz yaklaşıp her zamanki ciddi ve baskın bakışını takındı.
“Sen mi yazacaksın?” dedi.
“Neyi?”
“Hayatımın dizisini.”
“Anlatırsan, neden olmasın?” dedi rahat bir sesle ama adamın bakışlarındaki keskinlik içindeki rahatlığı söküp alıyordu.
“Anlatmam ama yaşatırım.”
Normal bir cümle gibi söylemişti ama Ezgi’nin yanaklarını kızartmaya yetmişti.
Sadece başını sallayıp yere baktı. Asansörün otoparka inişi saatler geçmiş gibi hissettirmişti.
Arabaya bindiklerinde az önce olanlar zihninde ikinci kez dönmeye başladı.
Onu daldığı yerden çıkaran şey ise Demir’in şu cümlesi oldu:
“Kemerini bağla.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder