8/30/2025

SENARİST KİTABI

 “Her kitabın bir kaderi vardır.”

Sanırım en anlamlı bulduğum cümlelerden biridir. 2021 de yazmaya başladığım ve uzun süredir üzerinde çalıştığım kitabımı tüm e-kitap platformlarının yanı sıra blog sitemde de paylaşmaya karar verdim. Umarım beğenirsiniz..



senarist kitabı



                           ——————————SENARİST————————




        322 77 106 302 

                                               İthafımdır…



1.Bölüm 


Sık ve uzun ağaçların olduğu, ıssız ormanın ortasında, arada bir uzaklardan gelen uluma ya da havlama sesi ile yeryüzüne, hakimiyetin kimde olduğunu haykırırcasına serilmiş karların üstünde, yer neresi gök neresi çözemediğim kadar çok beyaza bakakalan gözlerimle, yüzüstü uzanıyordum. Kafam yan dönmüş, kollarım öylece kara saplanmış gökyüzü ile yeryüzünün birleşimi sandığım ama ihtimal ki olmayabilecek kadar uzaklara boş boş bakıyordum. Seher vakti olduğunu düşünüyordum çünkü geceyi burada uyuyarak geçirdiğimi çok iyi biliyorum. Her yerimin tutulduğunun da ağrılarımın ise adeta dile gelip bundan da ötesi var dediğinin de farkındaydım fakat kıpırdayamıyordum. Buz gibi bakışıma karşılık, gözlerimde sıcacık yaşlar birikiyor ve aklımın bile çalışmayı bıraktığı şu noktada dilim son derece yavaştan hareket etmeye başlıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. 




"Dağ, başını, duman, almış. Gümüş, dere, durmaz, akar. Güneş, ufuktan, şimdi, doğar..." 




Kelimelerin arasında dura dinlene koyduğum virgüller, ne kadar yorgun olduğumu anlatıyordu. Buz gibi bakışım ve bitik sesimle karşıdan bir karartı görene kadar marşa devam ettim.Çok uzaktaydı ama seçebildiğim de bir karartıydı sanki. Hatta bana doğru adımlayan bir çocuktu bu. Onun gelişini izlerken tanıdık bir melodi çalındı kulağıma. Bu mırıldandığım marşın melodisiydi sanırım. Ses gittikçe yaklaşıyor,  üzerime doğru gölgeler geliyordu. Uzaklara öylece bakarken bana doğru yaklaşan gölgelerin kırmızı beyaz bando üniformaları ile genç çocuklar olduğunu farkettim. Önlerinde ise takımın maskotu olarak kırmızı üniformasını giymiş, saçı beline kadar uzanan 6-7 yaşlarında sarışın bir kız çocuğu vardı. Bando takımı, trompetlerine olanca gücü ile vuruyor, yanlarında yürüyen koro ise onlara marş ile eşlik ediyordu. Kıpırdayamıyordum. Bir kıpırdasam koşup aralarına katılacaktım fakat milim yerimden oynayamıyordum. 






Gözlerimle takip ettim önüme doğru gelişlerini. Takım maskotu küçük kız on adım kadar ilerimde, tam göz hizamda durdu fakat bando takımı sanki o yokmuşçasına yürüyüp Yavuz Geliyor marşını söylemeye başladı. Benim kulağımda ise aslında İsveç marşı olan o ezgi hala çalıyordu. Kırmızı beresinin altından beline uzanan, altın sarı saçlarına takılmış beyaz kurdelesi, küçük kıza olağanüstü bir güzellik katmıştı. Minicik boyu, pileli beyaz eteği, kırmızı üniforma ceketi, beyaz eldivenleri ve kırmızı ayakkabıları ile adeta bir oyuncak bebek gibiydi. Bana döndü, yüzünü gördüm. Tebessüm etti ve o tatlı küçücük hali  ile  kulağımda çınlayan o marşa eşlik etti. "Güneş ufuktan şimdi doğar. Yürüyelim arkadaşlar." deyip önce elini uzattı ardından gülen gözleri ile el sallayıp koşarak bando takımının önüne geçti. Tüm olan biteni gözlerimle takip ettim. O kadar güzel bir kız çocuğuydu ki  sımsıkı sarılıp beni burada yalnız bırakma demek istedim. "Korkuyorum, yaşamak istiyorum ellerimden tut." demek istedim. Ama çoktan "Askerinle bin yaşa.." diye haykıran bando takımının yanına gitmişti. Sonrasında ise hepsi bir anda yok olmuşlardı. Korkunç sessizlik ve beyazlık beni tekrar esir almadan önce son kez küçük kızın içimi sımsıcak yapan tebessümlü çehresini hatırladım. Elini uzatmış, güneş doğacak pes edemezsin demiş, umut vermişti adeta. 


Bu yüzü, bakışı, dümdüz, sapsarı saçları çok iyi tanıyordum... 








Birkaç ay önce...








Bonita Meyuş - Haute Couture






Hayatımın en önemli gününde, neredeyse bir aydır her gün geldiğim bu modacı atölyesinin tabelası ile bakışıyordum. 




Özel bir programın yapılacağı gece için arkadaşımın ısrarı ile elbisemi diktirdiğim ünlü modacı 'Bonita Meyuş'...




Meyuş'un tabelası ile bakışmaya bir türlü son verip, elbisemi almak için içeri giremiyordum. Çünkü her gün geliyor, eli boş dönüyordum. Provalar bitmiyordu. Meyuş'a göre gün geçtikçe zayıfladığım için bana göre ise Meyuş'un mükemmelliyetçiliği yüzünden bitemiyordu.




"Ya tarih olacağız ya da tarih yazacağız kızım ha gayret." deyip içeri daldım.




İçeride geçirdiğim yaklaşık bir saatin sonunda almayı başardığım, kılıf içindeki, ışıltılı ve kalın askılı, derin bacak yırtmaçlı, sırt dekolteli ve o kısımlara nazaran daha hafif göğüs dekolteli, gece elbisemle taksi beklemeye koyuldum. 




Elbiseyi verirken Meyuş'un  Fransız aksanlı, meşhur iğneli laflarından da nasibimi almıştım elbet.




"Ma belle, mükemmel bir fiziğin var. Elbisemi ancak böyle bir vücut taşıyabilirdi ama (beni baştan ayağa süzdükten sonra devam etti) bu çocuksu güzelliğin ve eşofmanınla fazla şey, aa ne derler, dişiliğin eksik... Özgüvenin düşük."




"Sağol Meyuş, çok motive oldum şu an."




Kaç işlem olduğunu sayamadığım suratını göstererek; "Doktorumun kartını verebilirim?" dedi.




Bu dediğine gülmüştüm. Haklıydı. Ne güzel biriydim ne de özgüvenim vardı. Maalesef günümüzün metalaşmış güzellik algılarına göre bir kadının, yüz hatları da altın orana uymuyorsa vücut hatlarının esamesi okunmuyordu.




Meyuş'a, bunu biliyorum ama ben çocuksu havam ve dokunulmamış yüz hatlarımla kendimi iyi hissediyorum diyemedim.




Ama o bana umutsuz bir vakaya bakar gibi bakıp başını iki yana salladı ve "O mon Dieu" (Aman Tanrım) dedi.




Söyleyemediğim her şeyin yerine teşekkür edip, akşama hazırlanmak için kuaföre geçtim. 




Uzun, kumral saçlarım,  iki yanından ince bir örgü ile örülüp arkada birleştirilmişti. Diğer kısımlar ise dalgalar halinde, parıltılı gri elbisemin açıkta bıraktığı sırtımdan aşağı dökülüyordu. Benimki gibi dümdüz, gür ama asla şekil almayan pırasa saçlı birinin saçını bile ustalıkla şekillendiren kuaförüme altın makas ödülü falan verilmeliydi. Hafif ışıltılı bir makyajla hazırlığıma son noktayı koymuştuk.




Boy aynasında son kez kendime bakıp, yola çıkmadan önce ev arkadaşım Zeynep'i görüntülü aradım. O, bu halimi maalesef yakından göremeyecekti. Aramasaydım muhtemelen, eve döndüğünde üç gün tavırlı suratını çekecektim. 




Birkaç saat sonra program salonunda, orta orkestra kısmında, sağ tarafta sondan üçüncü sırada, üçüncü koltuktaki yerimi almıştım. Sol tarafımdaki en az altı koltuk boştu fakat onların ilerisindeki tüm  koltuklar dolmuştu. Tuhaf biçimde arka sıramızdaki isim iliştirilmiş tüm koltuklar da boştu. Muhtemelen bu geceden daha önemli işleri olan konuklar gelmemişlerdi. Bu kısım dışında, salonun tüm koltukları birer birer dolmaya başlamıştı.




Gecenin startı verilmeden hemen önce sağ tarafımdaki koltuğa bir adam oturdu, sanırım onun yanına da bir hanımefendi. Koltuk indirilince başımı telefonumdan hafifçe kaldırıp baktığımda farketmiştim onları. Kendilerini incelediğimi düşünmesinler diye göz ucuyla baktıktan sonra telefonuma iyice gömülüp sunucunun sesini duyana kadar, her boş kaldığımda yaptığım gibi not tutmaya devam ettim. 




Sonunda tüm ışıklar kapanmış, yalnızca sahne ışığı ortamı aydınlatmıştı. Ve sunucunun, geceyi başlatan girizgahı duyuldu




"Değerli jüri üyeleri ve kıymetli konuklarımız, bu yıl kırkıncısı düzenlenen Beyaz Makara Medya Ödülleri'ne hepiniz hoş geldiniz."




İçimde tarif edilemez bir heyecan ve mutlulukla sunucunun adımı söyleyeceği anı beklemeye başladım.




Bugün, ülkenin en önemli medya ödülü olan Beyaz Makara günüydü.


Ben ve yakın arkadaşım Zeynep ülkenin en çok izlenen dizisinin senaristiydik. Dizimiz birkaç dalda olduğu gibi en iyi senaryo dalında da bu yılın adayları arasında yer alıyordu. 




Dizinin başarısından dolayı geçen hafta, yayınlandığı kanal tarafından verilen yemeğe katılmayan tek kişiydim. Oyuncuların ve set ekibinin büyük çoğunluğu bu yemekte Covıd19 olmuştu. Üç günden beri karantinadalardı.




Bu gece dizimiz adına verilecek ödülleri alabilecek herkes Covıd olduğu için asosyal tavrım yüzünden gitmekten kurtulduğumu sandığım yemek elime bırakılmış bir saatli bomba gibi kalmıştı. Sırf o yemeğe gitmediğim için sadece bu salondakilerin değil, ülkenin büyük bir çoğunluğunun belki de milyonların önünde sosyalleşmiş olacaktım. 




Elimdeki telefonu kapatıp minik çantama attıktan sonra pür dikkat sunucuları seyretmeye başladım. Dakikalar ilerledikçe, ödülleri heyecanla alan tüm ünlüleri alkışlayan kalabalık yığını olarak gecenin dinamiğini artırıyorduk. 




Gece ilerliyor, ödüller bir bir dağıtılıyor ve kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Derin bir nefes aldım. Yanımdaki adamın parfüm kokusu da aldığım hava ile birlikte beynimdeki koku odalarından birine sirayet etmek üzere şansını deniyordu.


Tanıdık biriydi sanki.... 




Dibimdeki adama karşı uyanan merakla, dönüp bakma isteğini bastıramayarak harekete geçtim. Tam  kafamı ona doğru çevireceğim esnada sunucunun; "Sıra geldi, en iyi senaryo ödülüne..." sesiyle, olduğum yerde dikleşip sahneye baktım. Büyük bir merakla sunucunun açtığı zarfa odaklanmıştım. Bezgin bir halde nefes verceğim anda sunucu yüksek sesle bağırdı.




" En iyi senaryo  'Katran': Ezgi Yıldırım ve Zeynep Güven"




İlk kez ülkemizde, başarılı olduğumuz için ödüllendiriliyorduk. Daha öncesinde, sinema tv okuyan toy bir öğrenciyken, yurt dışında katıldığımız yarışmalarda başarılı olurken bu ülkede katıldığımız hiçbir yarışmadan ödül alamamıştık.




Ağlama ve gülme arasında ne hissedeceğimi bilemeden yerimden kalktım. Kalktım kalkmasına ama hangi yönden sahneye gideceğimi bilemeyerek önce beş altı koltuğun boş olduğu soluma sonra da sağıma baktım. 


Zira, uzun elbisemin yırtmacını da tutarak yürümem gerekiyordu ve sahneye giden yol ne kadar uzarsa, bu elbise ile yürümek o kadar zor olacaktı. Meyuş'la bir aydır prova yapıyorduk ne kadar zor olabilirdi ki? 


Ama işte ben böylesi şahane bir elbiseyi ilk kez giymiştim. 


Sorun bendeydi.






Herkesin gözü üzerime çevrilince sol tarafımdaki koridorun daha uzun, dolu olan koltukların sağa göre daha kalabalık olduğunu ve o kadar insanı ayaklandırmanın beni gereceğini düşünerek, sağ tarafımdaki koridordan inmeye karar verdim. Yanımdaki adama doğru bedenimi çevirip, yüzüne bakmadan; "Müsaade eder misiniz?" dedim. 






Yanımda oturan adam ve yanındaki kadın da ayaklanmıştı. Onlara arkamı dönerek geçmenin ayıp olacağını düşünerek, koridora doğru dümdüz bir şekilde yürüme kararı aldım. Keşke ön ve arka koltukların arasını bu kadar dar yapmasalardı. Rahat yürüyebilmek için sağ elimle eteğimi hafif yukarı toplayarak adımlamaya başladım. Attığım her adımda, derin yırtmaç açılıp gerginliğimi artırıyordu. Sol elimle ise düşmemek için ön koltukların sırt dayama kısımlarının üstünden destek alıyordum. Maalesef sağ kolum hem adama hem de kadına dokunduğu için her ikisine de pardon diyerek koridora ulaştım.




Kadın benim geçişimin ardından koridorun ucundaki ilk koltuğa geri oturdu ve hemen onun yanına da koruma olduğunu düşündüğüm bir adam dikildi.




İstemsizce dikkatimi çekti bu durum. "Koruma ne alaka?" demiştim içimden. Sosyalleşme korkusu ile birlikte gelen saçmalama dürtüsüydü bence. Tabii varsa böyle bir şey. Benim bulduğum yönteme göre bu stresi yenmek için başka şeyler düşünmem lazımdı. Bugünün şanslı kişisi de koruma ağabeyimizdi bence. 




Ben sahneye doğru ilerlerken herkes bana bakmaya başladı. İyi değildim herkes bana bakıyordu, burası çok kalabalıktı ve ben iyi değildim. Şu an kendine yapacağın en büyük kötülük ağlamaktır Ezgi sakın ağlama bak sakın diyerek içimden kendime gaz versem de pek başarlı olduğum söylenemezdi. Yüzümde samimiyetsiz bir gülücük oluştu.




Eminim insanlar ödül aldığım için güldüğümü sanıyorlardı. Halbuki sakin olmaya ve rahatlamaya ihtiyacım vardı. Aşırı heyecanlıydım ve kalabalık beni ürkütüyordu. Dikkatli adımlarla sahnenin önüne ulaşıp, görevlilerin yardımı ile merdivenlerden çıktım.




Sahneye ulaştığımda ise ödülümü alırken, ellerimdeki hafif titremeden heyecanım apaçık belli oluyordu. Altın renginde birbirine dönük, el ele tutuşmuş kadın ve erkekten oluşan insan figürü ile ikisinin arasında duran dünya küresi ve onun üzerinden geçen beyaz makaralı film şeridinden oluşan iki  ödül alkışlar eşliğinde takdim edilmişti. 




Şimdi mikrofona konuşma sırası bendeydi. Aslında ödülü alma ihtimalimize karşı, Zeynep'le birlikte bol göndermeli,  teşekkürlü bir konuşma hazırlamıştık ama koronadan o da nasibini aldığı için aklıma ilk gelen şeylerden konuşacaktım işte. Bence böyle konuşmak daha iyiydi çünkü konuşmamız ödül gecesi ile bu konunun ne alakası var dedirtecek cinsten olabilirdi. Çokta güvenmiyordum kendimize.  




Bir adım atıp mikrofona yaklaştım ve derin bir nefes alıp konuşmaya başladım.




"Herkese merhaba, bizi bu ödüle layık gören ya da hak ettiğimizi düşünen kim varsa hepsine teşekkür ediyorum. Bu konuşmayı hem kendi adıma hem de canım arkadaşım Zeynep Güven adına yapıyorum. Keşke o da burada olabilseyd. Eminim şu an ekran başında çekirdeğiyle birlikte izliyordur. Seni çok seviyorum arkadaşım." Tam burada herkesten bir gülme sesi duymuş, biraz daha rahatlamıştım.




"Bu başarı hissini size anlatabilmem mümkün değil. Umarım bir gün herkes yaşar. Bizi her zaman destekleyip inanan ailelerimize, yapım şirketimize ve tüm set ekibimize teşekkür ederim. Kendisini sahneye çıkmadan önce göremedim ama beni yetiştiren, üzerimde büyük emeği olan ustam, manevi ağabeyim Gazi Sonat'a da ayrıca teşekkür ediyorum. Keyifli akşamlar dilerim." 




Sahneden büyük alkışlar eşliğinde, görevlinin yardımı ile inmiş sol elime aldığım iki büyük ödül ve sağ elime topladığım eteğimle ağır ağır yerime ilerlemiştim. İlk koltuktaki genç kadın rahat geçebilmem için ayaklanmış ve büyük bir tebessümle beni karşılamıştı. Yanından geçerken tebrik ederim demeyi de ihmal etmemişti. Yerinden kalkmayan adamın yanından geçerken ise temas etmemek adına daha dikkatli geçmeye çalışmıştım ama ister istemez göz göze geldiğimiz bir an olmuştu. Klişe yaz dizilerindeki sakar kız olmamak için gözlerini ilk çeken ben oldum. Aldığım enerji, yeterince beynime baskı yapmıştı zaten.




Yerime oturur oturmaz derin bir nefes verip rahatladım. Bu geceyi bu elbise ile düşmeden bitirebilirsem bundan sonra bana karada hiçbir şey olmazdı. Oturmamı takip eden ilk dakika yanımdaki adam bana doğru hafifçe eğilip "Tebrik ederim." dedi. Nedense bir heyecan geldiği için yüzüne bakmak istememiştim. Nazikçe teşekkür edip gecenin devamını beklemeye koyuldum.




Birkaç ödül sonrası sunucunun "En iyi dizi: Katran" nidası ile tekrar ayaklanmaya çalışıyordum fakat elimde tuttuğum ödüllerle sahneye gitmem imkansızdı. Bir yandan eteğim diğer yandan 2 ödülle yürümek zaten çok zor olurdu. Solumdaki boş koltuğa koymayı denedim ama ağırlık fazla olmayınca koltuk kapandığı için ödüller yere düşme tehlikesi yaşıyordu. Bunu göze alamadım.




Aklıma gelen fikirle sağıma dönüp bir türlü yüz yüze gelemediğim adama seslenerek ricada bulundum. "Afedersiniz, benim tekrar geçmem gerek ama tutmanız mümkün mü?" diyerek ödüllerimi uzattım. Hiç düşünmeden "Elbette." deyip yardımcı oldu.




Sahnede, neden bu ödülü de benim aldığımla ilgili ufak bir detay geçip yine teşekkür etmiştim. Ödülü almaya uygun herkes korona olmuş yapımcımız ve ekibi de, hem bir ödül töreni hem de yeni dizilerin satış görüşmeleri için yur dışına gitmişlerdi. Bu geceki tüm ödülleri ise benim almamı uygun bulmuşlardı.




Yerime tekrar döndüğümde, geçebilmem için dördüncü kez ayağa kalkan, tüm tebessümü ile beni bir kez daha tebrik eden kadına içten bir gülümseme ile cevap vermiş, koltuğuma doğru adımlamıştım. Artık rahatlamıştım. Geceyi üç ödülle kapatmak herkesin harcı değildi elbet. 




Bu arada zaman ilerliyor ve yanımdaki adamın eline apar topar tutuşturduğum ödüllerimizi almak benim aklıma bir türlü gelmiyordu. Zira elinde ya da kucağında ödülleri görememek de unutkanlığımı katmerlemişti.




Ödül dağıtımı sona erdiğinde ise herkesten önce çıkmak istemiştim fakat adamla kadını bir kez daha ayağa kaldırmaktan çekindiğim için soldaki koridordan çıkmaya karar verdim. Herkes kokteyl için hazırlanan özel salona geçmeye başlamıştı.




Küçük yuvarlama masalardan birinde durmuş tam telefonumu almak için çantama doğru eğilmiştim ki salonda yanımda oturan adam, genç kadının yanında dikilen koruma ile ödüllerimi göndermişti. Teşekkürümü kendilerine iletemeyeceğim için korumaya etmiştim.




İlerleyen dakikalarda Gazi ağabeyimin arkamdan seslenmesi ile ona döndüm; "İşte benim öğrencim. Aferin kız sana."deyip alnıma bir öpücük kondurmuştu. Gazi ağabey, ağabeyimin liseden beri hiç kopmadığı bir arkadaşıydı ve ben Mimar Sinan'da okumaya gelirken ağabeyim beni ona emanet etmişti.




O dönem Gazi ağabey ve eşi Gül abla ülkenin en popüler gençlik dizilerinden birini yazıyordu. Benim zor zamanlarımı  bir şekilde aşıp, bugünlere gelmemde en büyük pay sahiplerinden biri de Gazi ağabeyim ve eşi idi.




Gül abla bu gece yönettiği bir tiyatro oyunu ile ödül almıştı Karşılıklı birbirimizi tebrik ettik ve beni tanıştırmak istedikleri kişilerle selamlaşmaya başladım.




Gazi ağabey ile konuşurken birden arkamda bir noktaya odaklanıp işaret yapması ile kafamı arkaya çevirdim, yanımıza biri geliyordu. Bu kişi gece boyunca yanımda oturan adamdı.




Gazi ağabeyle birbirlerine sarılarak selamlaştılar. Konuşmalarından hayli samimi olduklarını ve uzun süredir görüşemediklerini anladığım bu iki adam sonunda bana dönmüşlerdi. Gazi ağabey beni tanıtırken; "Öğrencim, kardeşim Ezgi Yıldırım, biliyorsundur ödül aldı." diye gururlu bir ağabey değil de baba edasıyla tanıttı.




Genç adam elini uzatırken, onu da bana "Bu da Ad Medya'nın veliahtı Demir Adin."diye tanıtıyordu ki karşıdan müdahale gecikmedi; "Mümkünse almayım ben. Temsilen burada bulunuyorum diyelim." dedi. Uzattığı eline karşılık verdim. İstemsizce gözlerinde takılı kalmıştım bu adamın. Yine aynı şey olmuştu.




Öylesine dikkatle bakan gözleri vardı ki etkisine girmemeniz imkansızdı. Sanki her an herkesi ve her şeyi görüyor, ona göre tedbir alıyor gibi dikkat kesilmiş bakışlara sahipti. Gözleri zaten gördüğüm kadarı ile güzeldi bir de böyle yapınca daha da dikkat çekici oluyordu. Belirgin koyulukta bir göz rengi vardı. Karizmatikti bence. 




Tanışmamızın üzerinden birkaç dakika geçmişti. O Gazi ağabey ile konuşurken ben de Gül ablanın yeni tiyatro oyunu hakkında bir şeyler dinliyordum. Gözüm ise sürekli Demir Adin'e kayıyordu. Bir süre sonra yanına o genç kadın ve salondaki koruma geldi, Demir Bey kadına dönüp "Çıkalım mı artık?" diye sordu. Sorarken de elini kadının sırtına atmayı ihmal etmemişti. Kadın sadece kafa sallamakla yetindi. Demir Bey ise Gazi ağabey ile tokalaşıp bana ufak bir baş selamı ile veda etti.




Arkalarından bakarken kadının ne kadar güzel olduğunu düşünüyordum. Beline dökülen uzun siyah saçları, büyük kapkara gözleri ve uzun kirpikleri, belirgin yüz hatları ve esmer teni ile kusursuz bir görüntüye sahipti. Meyuş'un bahsettiği  dişilik bu olsa gerek diye geçirdim aklımdan. Böyle bir adamın yanına da ancak böyle bir kadın yakışırdı zaten. 


Ne denir ki mükemmel eşleşme...




Gece bitipte yorgun argın eve döndüğümde hiçbir şey yapmadan kendimi yatağa attım. Muhtemelen temizlemediğim makyajım yüzünden sabaha sivilceli bir suratla uyanacaktım ama olsun. Hiçbir şey uykumun önüne geçemezdi. 




Yeni güne, Zeynep'in gönderdiği mesajların sesiyle başlamıştım. Akşam yaptırdığı test negatif çıkmıştı ve bugün eve dönecekti. Bu süreci dizi setinden kendisi gibi korona olan bir başka arkadaşımızın evinde geçirmişti. 


Kahvaltımı yaparken bile rahat bırakmamış hakkımızda yazılan tüm haberleri derleyip göndermişti. Bugüne kadar hiçbir yerde görünmeyipte ödül törenine üç ödülle damga vuran kişi olduğumu öven videoları gönderiyordu. Hatta herkesin hayatını didilmiş tavuk gibi irdeleyen, benimse gıcık olduğum magazin ikilisi bugüne kadar gizlenmemi eleştirmiş, halbuki çok güzel olduğumu daha özgüvenli davranmam gerektiğini söylemişti. Övdüler mi gömdüler mi anlayamamıştım. 




Zeynep'e,  beni rahat mı bıraksan diyecekken ondan gelen son mesaj, artık bizler için hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının habercisiydi adeta. Elbette bunu o zamanlar bilemezdik...




Çabuk bak diyerek göndermişti. Haberde: Reyting rekortmeni dizinin senaristi Orhan Kani, evinde ölü bulundu yazıyordu.. Daha manşeti okurken ellerim titremeye başlamıştı. Çok yakın olmasakta sevdiğimiz bir arkadaşımızdı. Meslektaşımızdı. Aynı dönemde okumuş, farklı ustalarla yetişmiş senaristlerdendik. Bu yüzden birbirimize sahip çıkarak bugünlere gelmiştik. Paslaştığımız, birlikte planladığımız çeşitli işler olmuştu. Bu piyasada ayak kaydırmaya çalışmayan iyi kalpli nadir insanlardan biriydi. Haberin devamında, sevgilisi tarafından evde ölü bulunan Orhan Kani'nin, ön otopsi raporunun henüz yayımlanmadığı ama yetkililerin intihar üzerinde durduğu yazıyordu. Sevgilisi İrem'i de tanıyordum. Bir gazeteciydi. Zeynep'le de yakın ortak arkadaşları vardı. Birkaç davette bir araya gelmiştik. Samimi, cana yakın bir kızdı. Ayrıca Orhan'la uzun süredir birlikte olduklarını ve örnek çift olarak gösterildiklerini biliyordum. Okuduğum her satırda tüylerim diken diken oldu. Onu intihara sürükleyen şeyin ne olduğunu merak ediyordum.




Zeynep'le yaptığımız kısa bir konuşmanın ardından, Orhan'ın cenazesi için planımı yapmış ve herkes gibi son görevimi yerine getirmek için tüm işlerimi ertelemiştim. Maalesef Zeynep ailesiyle ilgili bir sorundan dolayı cenaze törenine katılamıyordu ama telefonla İrem'i arayacağını söylemişti. Törenden sonra taziye evine gelecekti. 




Bu kadar genç yaşta, çok sevdiğin birini kaybetmek hiçte kolay bir şey değildi. Cenaze töreninden sonra, yatıştırıcı iğnelerle


 ayakta duran İrem'le birlikte Orhan'ın ailesinin evine taziyeye geçtik. Evlatlarını kaybeden aile perişan olmuştu elbette. İrem'in de onlardan kalır yanı yoktu. Evdeki kalabalığın artmasıyla birlikte biz de işlerimizin başına dönmek için ayaklanıp aileye desteklerimizi bildirmiş, ihtiyaç durumunda aramaları için evdeki misafirleri karşılayan yakınlarına menajerimizin numarasını bırakmıştık. İrem'le vedalaşmak  en zoru olmuştu. Genç kızın perişan hali bizi de sarsmıştı.  Zeynep sarılıp vedalaştığı sırada ısrarla çalan telefonuna dönmek zorunda kaldı. Ardından ben de genç kıza sarıldım.




Taziye evinde yüksek sesle konuşmamayı çok önce öğrenmiştim. Öyle ağır bir hava olurdu ki sizin sesiniz bile acısı olan insanların yarasını daha çok kanatırdı. Bu yüzden mümkün olduğunca kısık sesle konuşarak, "Benden istediğin bir şey olursa, ne bileyim bir ihtiyaç, saat kaç olursa olsun arayabilirsin İrem." dedim sarılırken. "Ben seni ararım. Zeynep'te numaran vardı." Kafasını sallayan kız geri çekileceğim sırada birden, ağlamaktan kısılan sesi ile bir şey  söyledi ve benim olduğum yerde çivi gibi çakılı kalmama sebep oldu. Sarılmayı bırakmadan kafamı geri çekip gözlerine baktım. 


"Korkuyorum." demişti titrek bir ifade ile.




"Korkma, bak herkes yanında. İstersen ben de gitmeyebilirim." dedim güven verircesine.




Daha sonra gözleri ile etrafı şöyle bir tarayıp bana tekrar sarılır gibi yapıp kulağıma yine bir şeyler fısıldadı. "İntihar değidi Ezgi, korkuyorum. Orhan'ı öldürdüler." dedi. Çokta zayıf olmayan genç kız kollarımın arasında titremeye başladı. Ciddi misin sen dercesine gözlerine tekrar baktım. Sicim gibi akan yaşlardan ifadesi anlaşılmıyordu ama belli ki yardıma ihtiyacı vardı. 


"İrem acın çok taze. Biliyorum erken ama ne zaman istersen destek alman için yanında olur..." derken birden "Biriniz de bana inansın."dedi. Sesi kısıktı ama benim kulağıma adeta, megafonla haykırmış gibi gelmişti.




Bir cümle insanı yerle bir edebilir miydi? Pek tabii ki ederdi. 4 yıl öncesine, "Bana kimse inanmaz."diyerek ağladığım o geceye gittim. Biriniz de bana inansın cümlesinin, bana kimse inanmaz cümlesinden hiçbir farkı yoktu şu dakikadan itibaren benim için.




"Ben sana inanırım. Ama burada konuşamayız." Derken yanıma gelen Zeynep'le sustum."Ben seni ararım." dedim son kez vedalaşırken." 


Kesinlikle destek olacaktım İrem'e, nasıl olacaktı bilmiyorum ama onu benim çaresizliğime itmeyecektim.








 3 hafta sonra...






Tüm arkadaşlar, Gazi ağabeyin büyük bahçeli evinde toplanmış onlara göre barbekü partisi bana göre ise piknik yapıyorduk. Evden pek çıkmayan biri için piknik demek daha doğru geliyordu bana göre. Hem Gül ablanın yönettiği tiyatro oyununun ödül almasını hem de benim ödül almamı kutluyorduk. Hep beraber masayı hazırladık ve etlerin pişmesini beklemeye başladık.




Gül ve Gazi Sonat çiftinin 16 yaşındaki kızları Çisem ve yanındaki kendinden 5 yaş küçük erkek kardeşi Tolga içeriden yanımıza geldiler ve daha pişmedi mi sorusu ile annelerini bunaltmaya başladılar. Biri arkadaşları ile buluşacak diğeri ise bilgisayardaki oyununa geri döncekti. Gül abla daha fazla dayanamayacağını söyleyerek, barbekü ve mangalın yanında dumana boğulmuş Gazi ağabeyye seslendi.




"Canım,  daha ne kadar acıkmamız gerekiyor yemek için?" 




"Canımın içi sebzeler pişti de etlerin pişmesini ve Tufan'ı bekliyorum. O gelsin hep beraber başlayalım."




Gül abla aldığı cevap karşısında yüzündeki tebessümle Zeynep'e dönüp, "Bekleyelim bakalım büyük misafiri." dedi.  Çocuklara ise oturun, duydunuz babanızı dercesine baktı. 




Tufan bizim dizinin uygulayıcı yapımcısıydı ve Zeynep'le 5 aydır birliktelerdi. Tufan ilk aydan evlenme fikrini dile getirmişti ama Zeynep henüz erken olduğunu düşünüyordu. Birkaç ay beklemek istemişti. Bu aralar Tufan'dan Zeynep'e  büyük bir evlilik teklifi organizasyonu bekliyorduk hepimiz. Zeynep öyle büyük organizasyonları seven bir kızdı. Gösteriş merakından değil her şeyi dolu dizgin yaşamayı, yaşarken de herkesle paylaşmayı seven bir insandı.




Onunla Gazi ağabeyin sayesinde, İstanbul'a ilk geldiğim yıl tanışmış ve hiç kopmamıştık. Bir buçuk yıldır da aynı evi paylaşıyorduk. O dönemlerde, babası zengin olmasına rağmen asla bunu kullanmamış, her zaman kendi parasını kazanıp kendine hayat kurma derdinde olmuştu. Güzel kalpli arkadaşımın mutluluğuna şahit olmak benim için paha biçilemez bir duyguydu. Tufan mükemmel diyebileceğim bir insandı ve arkadaşımın kalbi  sanki camdan bir kalpmiş gibi hassas davranıyordu. Gıpta etmemek elde değildi. 




Bekleyişimizin onuncu dakikasında gelen Tufan, herkesten önce Zeynep'e koşmuş daha sonra bizimle selamlaşmıştı. Buna bozulmuş gibi onlara takılarak eğleniyorduk. İlerleyen vakitte bize katılan diğer arkadaşlarla birlikte karnımızı doyurmuş, biraz kutu oyunlarından oynamış ve herkesin ayrı bir muhabbete daldığı köşelere çekilmiştik. Elbette ben yine Zeynep ve Tufan ikilisinin yanındaydım. En büyük eğlencem ve en favori çiftim onlardı. 




Tufan etrafa şöyle bir göz attıktan sonra bize dönüp "Şuraya doğru gidelim, bir şeyler konuşmamız lazım." diyerek bizi barbekünün arkasına doğru ağır ağır sanki bahçeyi keşfediyormuşuz edası ile yürütmeye başladı. Sonunda ortamdan uzaklaştığımıza kanaat getirip konuşmaya başlayacaktı ki Zeynep ondan önce davrandı.




"Ne oluyor Tufan? Barbekü sonunda, ev sahibinin eşini aldattığının ortaya çıktığı, birinin öldüğü, arkadaşlar arasında kaos ortamının oluştuğu tüm bunlara sebep olan kişilerin kenardan zevkle izlediği türden Hollywood filminin yönetmeniymişsin gibi davranmana sebep olan şey ne?"  diye adeta Bihter edasıyla nefes bile almadan cümle kuran Zeynep'e şaşkınca bakakalmıştık.




"Aşkım ben bir ürktüm ya." diyerek şok olmuş halde Zeynep'e  bakan Tufan'dan bir farkım yoktu benim de. Ona döndüm ve uzun boylu oluşu yüzünden kafamı kaldırarak konuştum. "Tufan, kardeşim emin misin? Bak köprüden önce son çıkış, kendini kurtarmak için hala şansın var." dememle Zeynep'in kolumu çimdiklemesi bir oldu. 




"Ne var ya? Bihter gibi nefessiz konuşan ben miyim?"




Bana göz deviren arkadaşım Tufan'a dönerek, "Neyse, konuş bakalım." dedi. Tufan'la birbirimize baktık yine. Benden destek bekleme birader dercesine kaşlarımı kaldırdım. Konuyu, en az Zeynep kadar ben de bilmiyordum çünkü.




"Tüm ekibin korona olması yapım yönetimini fena halde kızdırdı. "




"Ne alaka pardon? Bilerek mi hasta olduk?"




"Yok birtanem öyle değil. Şimdi ilk korona olan, yardımcı yönetmenimiz Sinan ya, işte bu  korona olduğunu gruba yazmış daha bir hafta var iyileşirsin gelmezsen konuşmayız diye yüklenmişler. Bu da bir hafta sonra geçmiştir nasılsa diye, tekrar test vermeden yemeğe gelmiş. Tüm ekip göz yumduğu için buna büyük patron Ali Bey epey sinirlendi."




"Ee ne var bunda Tufan? Geçmiş bitmiş bir olay." dedim merakla?




"Katran'la alakalı her çalışana yaptırım gelebilirim."




"Nasıl ya, ceza mı verecekler, çocuk muyuz biz?" dedi Zeynep.




"Eh, öyle de denebilir. Yani ceza kısmına dedim canım." diyen Tufan'a acıyarak baktım, hanımcılıkta bir markaydı. Sıkıysa olmasın.




"Ne yapacaklar Tufan Allah aşkına ya, en fazla maaştan keserler." dedim umursamayarak.




"Yok Ali Bey yapmaz öyle şey. Batacak bile olsam önce çalışanlarımın maaşı derim diyen bir adam.  Akıllarında ne var bilmiyorum ama yakında açıklarlar. Ben önden haber vereyim de sonra bana kızmayın niye söylemedin diye."




Haklıydı. Tufan bizim yapımdaki gözümüz kulağımızdı. Elbette çok önemli şeyleri asla anlatmıyordu fakat gerekli gördüğü meselelerde hep önceden haber verirdi. Vermezse Zeynep'ten işiteceği güzel cümleler ve çekeceği bol tripler vardı. 




Bakalım yapım bize nasıl bir ceza uygun görmüştü? Merakla, açıklayacakları günü bekleyebilirdik artık.






Birkaç Gün Sonra...






Senaryo yazmaktan, sabaha karşı yatağıma ancak girebildiğim bir gecenin sonundaydım ve bugün, beni bu yataktan kimseler kaldıramazdı. En azından bu eyleme yeltenemezlerdi. Tamam, birazcık insaf taşıyorlarsa o kim olduğunu tahmin edemediğim kimseler, halime acır ve beni rahatsız etmezlerdi. 


Beni uyandırmayın kardeşim. 




Kendi kendime ne saçmaladığımı düşünerek uykuya dalmıştım. Aradan geçen birkaç saat öyle deliksiz uyumuştum ki aldığım huzuru, yüzüme vuran güneş ışıkları bile bozamamıştı. Mevsim sonbahardı ama sonbahar hür iradesi ile tercihini yaz olmaktan yana kullanıyordu. Odadaki sıcaklığa ve bu kadar yeter diyerek beni uyandırmaya çalışan güneş ışığına inat, tepeme kadar çektiğim çarşafla uyumaya çalışıyordum. Taa ki telefonum çalana kadar. Ben açmadıkça sonuna kadar çalıp kapanıyor, tekrar tekrar aranıyordum. Kimin aradığına bakmadan, telefonumu bir çırpıda sessize alıp uykuma devam ettim.




Tam huzuru buldum derken yaklaşık beş dakika sonunda bu sefer de çalan kapı ile tüm tadım kaçmıştı. Hayır yalnızca kapı çalmıyor, tekme ve yumrukta bu serenada eşlik ediyordu.




Yatağımdan fırlayıp ne oluyor kardeşim, ne bu tantana diyerek, sendeleye sendeleye kapıya gittim. Kapıyı açmam ve kükreyerek içeri dalan ev arkadaşım Zeynep'le neye uğradığımı şaşırmış bir halde olduğum yerde kalakalmıştım.




"Neredesin kızım sen ya? Arıyorum açmıyorsun. Kapıyı duymuyorsun. Eve nasıl geldiğimi bilemedim."




"Tek bir şey soracağım. Neden?"




Yarı açık gözlerim, elektriklenmekten havaya kalkmış saçlarım, tavşanlı pembe pijamalarıma ek kaymış tipimle büyük bir sakinlikle sorduğum soruya pes yani dercesine bakıp içeri geçen arkadaşımın peşine takıldım. Salondaki ortak kütüphanemizden not defteri ve kalem alıp masaya koydu. 




Telaşla ve nefes nefese bir halde konuştu. "Anahtarımı evde unutmuşum. Venüs Yapım'daki toplantıdan geliyorum. Şu, gelmek yerine uykuyu tercih ettiğin hani. 10 dakika sonra burada buluşuyoruz. Toparlanıp gel." deyip odasına doğru yol aldı.




Ben ise toparlanmak üzere doğrudan banyoya gidip elimi yüzümü yıkayıp döndüm ve salondaki büyük koltukların birine, tatlı uykuma devam etmek üzere kendimi bıraktım. 


Gözlerimi tekrar açtığımda Zeynep başucumda söyleniyordu. 




"Sadece yüzünü yıkayıp, kendini şuraya attığına o kadar eminim ki. Bizim burada hasta olup karantinaya düşmemiz bile bir tarafımızda patlamış sen hala uyu kardeşim bravo."




Güldüm, beni o kadar iyi tanıyordu ki artık her hamlemi bilir olmuştu. Elbette ben de onun...




Bıkkın bir nefes verip yerimden doğruldum. Her önemli mevzuda toplanma yerimiz olan koyu kahverengi ceviz masamıza gidip oturdum. Ellerimle gözlerimi ovalayıp, Zeynep'e baktım. 




"Evet neymiş karın ağrısı 'yapım adamların' söyle bakalım?"




Zeynep, senden adam olmaz dercesine başını iki yana salladı ve karşıma geçip oturdu.




"Herkese ceza verildi ama en ağırı bence bizimki. Para cezası verin bundan daha iyi dedim ama dinlemediler. Ezgi kuşum, biz bu işi kariyerin zirvesindeyken bırakalım derim."




"Zeynepcim, ne olduğunu söylesen de ona göre bir karar versek ha." diyerek beklenti ile baktım. 






"Katran'ın finalinden sonra kanal yaz dizisi çekmek istiyormuş. Yapım da bize ceza olarak siz yazın dedi. Ben itiraz edecek gibi olunca da online kitap okuma platformları ne güne duruyor oralara fakan bakın, bir şeyler karıştırıp yazarsınız siz hadi deyip gönderdiler." 




Ben şaşkınlığımla kalakalırken Zeynep oflayarak devam etti.




"Bu cezayı kabul etmiyoruz dersek kendimize başka bir yapım aramamız gerekirmiş. Bir de iş akdini böyle bir sebepten bozan taraf biz olacağımız için değil böbreklerimizi ruhumuzu satsak ödeyemeyeceğimiz bir tazminatı da hazırlamamız gerekecekmiş. Valla ben sıfırları sayamadım Ezgi. Ne yapayım kabul ettim." diyerek son derece üzgün bir havada bana bakan Zeynep'e bir şey diyemedim. Bence bu ceza falan değil direkt yapımın bize zaten çok önceden hazırladığı bir plandı. Ekibin hasta olması da bahaneleri olmuştu. 




"Ne yapalım yazacağız artık bir şeyler." deyip bir iki dakika bekledikten sonra yüksek volümlü bir hezeyanla "Öff ya biz ne anlarız klişe yaz dizisinden? Nasıl yazarız Zeynoo?" dedim ağlamaklı bir halde.




"Satın alma müdürü Handan Hanım'ın yanına uğradım. Sinema bölümünden stajyer kızlar da oradaymış. Bizim cezadan bahsedince hepsi çıldırmış gibi kendi okudukları kitapları söylediler. Yetmedi bana hesap bile açtılar."




"Sen de dünden razıymışsın çıtır çerez senaristliğe ha Zeyno?"




"Efsane bir kitle bunlar Ezgişim. Bambaşka bir sektör. Gel sana da hesap açalım bir incele." 




Koyu kahve gözlerini kocaman açarak, heyecanla kurduğu cümle ile oturduğu yerden yanıma gelen Zeynep'e çok hevesli olduğunu söyleyerek biraz kızsam da haklıydı. O tazminatı biz asla ödeyemezdik. Senaristlikten aldığımız maaşımız fena değildi fakat Moda'da bir ev için epey yüksek fiyatlı kira ödüyorduk. İstanbul'da geçinmesi zaten kolay değildi. Kaldı ki o tazminatın yanında bizim maaşımız devede kulak kalıyordu. 




Ailelerimizden de destek isteyemezdik. Benim; annem, ağabeyim, yengem ve iki küçük yeğenimden oluşan minik ailem Ankara'da yaşıyordu. Babamı 5 yıl önce kaybetmiştim. Annem ise yalnız kalmamak için ağabeyimlerin yanında kalıyordu. Ağabeyim ve yengemin ortak kurdukları ufak çaplı bir yazılım şirketi vardı. Annem ise onlar işe gidince ikiz yeğenlerimle ilgileniyordu. Bir takım meseleler yüzünden onlardan destek bekleyemezdim.




Aslında Zeyno'nun ailesi geçen aya kadar, yurt dışına kereste ihracatı yapan, durumu gayet iyi olan bir aileydi fakat babasının ortakları arasında, geçen ay çıkan bir kriz çözülememiş ve hepsi dağılmıştı. Şirketin tüm borçları da babasına kalınca durumları biraz sallantıya girmişti. Oturdukları evi bile ipotek ettirme gibi mevzular olmuştu da zar zor toparlamışlardı.. Bu yüzden onlar da yardım edemezdi.




Hatta, Zeynep'in babasının işleri bozulmadan evvel kızına ev sözü verdiği için siz evi bulun yeter diye bizi taşınmaya teşvik etmişti. Şimdiki yaşadığımız evden ve çevreden daha sakin,  doğayla iç içe bir villa bulmuştuk. Evi satın alamadan işler bozulunca, evin parasının bir kısmını Zeyno'nun babası ödemişti. Kalan kısmı da biz ödeyecektik. O zamana kadar evin tapusu ev sahibinde olacaktı. Aşırı güvensiz bir anlaşma olduğunun farkındaydık fakat adam, ben bu ev için kaç müşteriyi reddettim almak zorundasınız gibi saçma sapan bir baskı ile gelince Zeyno'nun babası Necip amca, benim ticari çevrede iyi bir adım var bunun sarsılmasını istemem diyerek bizi ev işine ikna etmiş, aynı zamanda da 3-5 milyonluk bir borca da sokmuştu.




Belki daha fazla, tam bilemiyorum. Çünkü Necip amcanın ödediği kısmı düşünce bize aşağı yukarı 3-5 milyon kaldı diyen arkadaşımın üstüne gitmek istememiştim. Çok sıfırlı borcu elbette Zeynep'ime tek başına ödetecek değildim. Annemler duymadan bu işi halledecektik bir şekilde.




Kara kaşı, kara gözü, beyaz teni ve 1.55 boyu ile istemsizce bende çitlembik deme hissiyatı veren arkadaşım zaten çok üzülüyordu bu duruma, bir de ben üstüne gidemezdim. Katran'ın finalinden sonra evimizi taşıyacaktık. Belki bir ev arkadaşı bulursak yükümüz hafiflerdi.




 "Tamam mı Ezgi? Linkini atacağım kitaplara hemen bakıyorsun, acayip sarıyor." deyip bana açtığı hesapla birlikte telefonumu elime tutuşturan Zeyno'ya baktım. Bugüne kadar hep yaz dizisi yazmak istedin de biz mi engel olduk acaba Zeynom dereken, o arkasını dönüp odasına gitmişti bile. 




Uygulamadaki kitapları inceliyordum. Osmanlıca kelimelerle kitap ismi koymayanı dövüyorlardı sanırım. Okuduğum birkaç kitabı daha  ilk paragraftan kapatmıştım. Yazım yanlışlarına ve yeni neslin ayılıp bayıldığı, bizim neslin ise bayağı ve ergence bulduğu konulara katlanamıyordum.




Saatler geçiyor ve ben bu sosyal platformdan pek çok şey öğreniyordum. Halbuki, aman saçma sapan yerler ya dediğim bir mecraydı. Artık e-kitap erkeği ve e-kitap kızı diye bir şey biliyordum mesela. Esas oğlanımız her zaman 1.85 üstü ve holding yöneticisi olmalı, sevdiğini arzulayınca renkli gözleri kararmalıydı. Esas kızımız ise geçmişi travmalı, hep sakar ve makyajsız gezmediği halde herkesin kıskandığı doğal güzelliği olmalıydı falan filan. Ben bunlardan dizi yazsam, Murat Soner ağabey yeni videosunda dönüp dönüp yüzüme tükürürdü. Yoo bunu göze alamam.




Şimdi ise Zeyno'nun öve öve biteremediği kitaba geçmiştim. Daha ilk satırlarında beni de esir almıştı kitap. Yazarı bizim yaşlarımıza daha yakın olduğu için sanırım, kitap aşırı derecede mantık çerçevesindeydi.




Yalnız bir şey itiraf etmem gerekiyordu. Eğer bir gün insani olarak gerçek aşkı bulursam e-kitap erkeği gibi yakışıklı ve onun gibi seven bir karakterle olmasını istiyordum artık. Allahım n'olur yaşansın bu ya diye diye kitabın, güncel bölümüne yetişmiştim. 




"Yaa aşırı heyecanlı. Yeni bölüm hemen gelsin."diyerek, telefondan kafamı kaldıracağım sırada gelen arama ile uygulamadan çıkıp, çağrıyı cevapladım.




"Gül Ablacığım."




"Canım benim nasılsın?"




Ona cevap verirken oturduğum yerden kalkıp cama doğru yürümüştüm. Her yanımın tutulduğunu ve havanın kararmaya başladığını yeni farkediyordum.




"İyiyim ablacığım. Sen nasılsın? Gazi ağabeyim nasıl?" 




"İyiyiz iyiyiz. O gün bizden ayrılırken biraz keyfiniz kaçıktı Zeyno'yla soramadım. Ertesi gün hemen arayamadım da bir sıkıntınız falan yok değil mi?"




"Yok, işle ilgili ufak ufak bir pürüz vardı hallettik. Bir sorunumuz yok ablacığım." Yalana bak.  




"Olmasın zaten. Olursa da biliyorsun buradayız. Ne diyeceğim, biz akşama Gazi ile bir arkadaşımızın restoranında yemek yiyeceğiz, siz de gelin. Hem Gazi'nin yeni yazacağı filmi de konuşuruz. Senin fikirlerine değer veriyor biliyorsun."




Gül ablam yine bana fırsat bırakmadan red yolunu kapamıştı. Bu kadının manipülatif halini bile seviyordum. El mecbur gidecektik.




"Tamam abla geliriz ama Zeynep'ten pek emin değilim. Sabah çok erken toplantıya gitmişti. Bugün erken uyumazsa geliriz."




" O halde, konum atıyorum akşam görüşürüz." 




"Peki ablacığım. Görüşürüz."deyip kapattım.




Acaba bunlar beni sosyalleştirmeye çalışıyorlar da ben mi anlayamıyorum diye düşünmeye başlamıştım. Kalabalıkları, insanları, tuhaf bakışlarla ilk kez gördüğü birini dikkatle inceleyenleri özellikle sevmiyordum. Görüştüğüm kişiler de gittiğim mekanlar da belliydi. Asla yenilik, değişiklik yapmıyor, konfor alanımdan ayrılmaktan rahatsız oluyordum. Bu yüzden sosyalleşmek de istemiyordum.




Bir süre perdenin ardından, kararmaya başlayan hava yüzünden farlarını açarak ilerleyen arabaları izledim. Belki hastaneye yetişmeye çalışan bir hasta, belki sevgilisine giden bir aşık ya da annesine kavuşmayı bekleyen bir çocuk vardı içlerinde. Hepsi ayrı bir telaş içinde bir yerlere yetişme derdindeydi.


Hepimiz gibi... 




Camın ardından cadde ile romantik bakışımamı bölen üst kattan gelen metal müzik sesi olmuştu. Üstümüzde, bir rock barda sahne alan metalci komşumuz oturuyordu. Ve pek anlayışlı biri olduğu söylenemezdi. Bıkkın bir nefes verip akşama giyeceklerimi hazırlamak için dolabıma yöneldim. 


Ben bu kitaplardan nasıl dizi yazacaktım peki? Kafamı bir an önce toparlamalıydım. Belki biraz da yardım almalıydım. Gazi ağabeyim ve Gül ablam ise hayat mentorlarım olarak bu konuda yine bana yardım ederlerdi bence. 




Zeyno tam da tahmin ettiğim gibi çok erken uyandığı için ve akşama kadar da final senaryosunun kendine düşen payını yazmaya çalışıp, aynı zamanda kitap notları çıkardığından erkenden uyumak istiyordu. Mecbur yalnız yola koyulmuştum.




Konumdan şık bir restoran olduğu anlaşılan yere giderken gayet salaş bir halde arka bahçeye spor yapmaya gider gibi gidişim biraz rahatsız etmeye başlamıştı beni. Şu an elbise çekemem valla deyip bir gazla evden çıkmıştım fakat muhite yaklaştıkça pişmanlık biraz ensemden yakalamış durumdaydı.




Olanla ölene çare yok demişler Ezgim hadi bakalım diyerek kendime bir gaz daha verip Gazi ağabeylerin masasına ilerledim. Aşırı şık ve müthiş manzaralı bir yerdi. İçerideki konukların tamamı, "Hemşire, bizim gençliğimizde Beyoğlu'nda takım elbisesiz gezilmezdi. Kadınlar tayyör ve döpiyesleri ile salınırken, erkekler hafif bir baş selamı ile son derece centilmen davranırlar, katiyen rahatsız etmezlerdi." diyen Zeyno'nun büyük halasının bahsettiği 50'lerin insanları havasındaydı. 


Eee benim mentor çiftim Sonatlar da öyleydi... 




Keşke öncesinde nereye gittiğini bi araştırsaydın diyerek ensemden yakalayan iç sesim çok fena bastırmıştı. Pişmanlık bi sal ablacığım be desem de artık çok geçti.




Masada biraz benim pişmanlığımı biraz da Gazi ağabeyin filmini konuştuktan sonra, benim e- kitap esinlenmesi meselesini anlattığım ikiliden, müthiş fikirler çıkmış, hepsini not almıştım. Sıradan olmamak için de birkaç şey yazdırıyorlardı ki masamızın dibinden gelen "Merhaba, iyi akşamlar." sesi ile Gazi ağabey konuşmasını kesti. Ben ise yazdığım cümleyi tamamlayıp, kim olduğuna bakmak için kafamı kaldırdım.




Bu  kişi, ödül töreninde, ödüllerimi kucağında unuttuğum, Gazi ağabeyin tanıştırdığı adamdı. Ben şaşkınlıkla onu izlerken o, karşımda oturan Gazi ağabey ve Gül abla ile konuşuyordu. Gazi ağabey konuşmanın bir yerinde benim yanımı gösterip, biraz otur demişti. Adam da yanımdaki koltuğa oturdu. Tüm bunlar olurken ben ne mi yapıyordum? Ben, hunharca adamın ismini hatırlamaya çalışıyordum. Her şeyi zehir gibi ezberleyen şu kafam isimlere gelince duruyordu adeta. Ama gözlerini asla unutamamıştım. 




Büyük, güzel ve her bakışında insanın içini görüyormuşçasına dikkatle bakan iki çok koyu renkli gözdü. O gün sadece gözlerine bakabilmiştim. Tam da bu an, o gün çok dikkatle bakmasından etkilendiğimi itiraf etmem gerekir sanırım. Etkilendim, evet. Ama adı neydi?




Tüm bunlarla boğuşurken Gül abla neşe ile "Biz yemekte bile yazarız Demir Bey." diyerek hatırlamamı sağlamıştı. Hah Demir'di işte adı.




Onların konuşmasını sessizce dinlerken adamın bakışı bana döndü. Birinin bana dikkatle bakması beni aşırı geren bir şeydi. Yakamı bırakmayan pek çok şey gibi bunu da aşamamıştım hala. Demir Bey bana öyle dikkatle bakmıştı ki bir an yerime sindiğimi, küçüldüğümü hissettim. 




"Sizde mi öylesiniz?" diyerek bana mütebessim bir çehre ile baktı. Sanırım önceki tanışıklığımıza binaen ayıp olmasın diye benimle de konuşmak istemişti. 


Afalladım ve bunu belli etmekten de geri durmadım.




"Hı, evet ben de yazarım." Şu an ne konuşulduğu hakkında pek bir fikrim yok lütfen tutsun cevabım.


Tutmuş olacak ki Demir Bey bana daha derin bakıp hafif tebessümle dudağının bir kenarını yukarı kaldırmak sureti ile tekrar Gazi ağabeye döndü. Ya da cevabım yalnızca bana tutmuş gibi gelmiş olabilirdi.. 




İlerleyen dakikalarda Gazi ağabeyim " Söylediğin belgesel konusunda yardımcı olabilecek birini sormuştun. Bence tam şu an yanında duruyor." dedi. Olayı anlayamadan adamın bakışlarını tekrar üstümde hissettim. Ne belgeseli diyecektim ki adam "Neden olmasın." dedi gözleri hala üzerimdeyken. "Katran'ın senaristiydiniz değil mi?" dedi.




Adamın kucağında unuttuğum ödüllerim aklıma gelince utandım. Kızarmış bir halde, onu onaylamak adına kafamı salladım. Bakışlarımı masadan yüzüne yavaşça kaldırdığımda bana yine dikkatle bakan gözlerini görüp, gözlerimi kırpıştırdım. Dışarıdan nasıl bir profil çiziyordum bilmiyorum ama bu adamın karşısında sanki dilim tutuluyordu. Hipnoz etkisi falan vardı bence. O da bu şaşkın salak halimi farketmiş olacak ki dudakları iki yana belli belirsiz kıvrılıp gözlerini olabildiğince yavaş kırptı. Bir şey anlatmak ister gibi... Ya da ben fazla e -kitaba maruz kaldığım için şu an her şey fazla anlamlı olabilirdi ki bence öyleydi.




"Asistanım size ulaşır." deyip ayaklanan adamla birlikte biz de ayağa kalkıp vedalaştık. Ben sadece kafa sallamıştım. Zengin kalkışı haa demek vardı ama kendimi tutabildim.




Bizimkilerle de vedalaşıp gitti. Ben ise arkasından gidişini izledim. O sırada beni izleyen mentor çiftim ise son derece imalı bakışlar atmasaydı belki daha da izleyebilirdim. Ama olmadı... Bakmayı kesip yerime oturduğumda Gül ablanın elektrikler alındı bakıyorum da diyerek lafa girmesi gecenin final düdüğü olmuştu benim için. 




Restorandan eve döndüğümde saat on ikiyi çeyrek geçiyordu. Pijamalarımı giyip yatacağım sırada çalan telefonumu telaşla açtım. Bu saatlerde çalan telefondan korkuyordum. Çünkü ben tüm kötü haberleri bu saatlerde çalan bir telefondan almıştım.




"Alo." 




"Ezgi Hanım?" dedi telefonun ucundaki kadın.




"Evet, benim." Dedim korkarak.




"Ben Yağmur Yalın, Demir Adin Bey'in asistanıyım. Demir Bey sizi yarın saat yirmi birde RestA da görüşmek üzere bekliyor olacak. Arkadaşlarımız sizi karşılayacaklar." Dedi. 




Ben daha bir şey diyemeden, "Benden istediğiniz bir şey var mı?" diye devam etti.




Ya bir dk kardeşim ben sizin şirketinize iş başvurusu yaptım da benim mi haberim yok. Ne bu biz sizi sonra ararız ses tonu? Tabii bunu diyemeden. Sadece şaşkınca ve yalnızca "Yok" diyebildim.




O da "İyi geceler." Deyip kapattı. Bu kadar şaşırtıcı ve sinir olduğum bir mevzuda gidip takıldığım nokta ise şuydu: RestA bugünkü gittiğimiz restorandı. Ve aynı pişmanlığı tekrar yaşamak istemiyordum. Bu yüzden, ben ne giyecektim?




Evet, tüm dertlerim bitti bunun laciverti kaldı dediğim bir dertle başbaşaydım. İflah olmaz bir rahatlık bağımlısı olan ben, mecburen aşko kuşkoluğun kitabını yazsa çok satanlara bir numaradan giriş yapacak olan arkadaşım,  Zeynepciğimin dolabına dadanacaktım. 


 




Hayır, normal bir proje görüşmesi için neden bu kadar şık olmak istiyordum onu da anlamış değildim. Oraya bir kere eşofmanlarımla gitmiştim. Yine gidebilirdim. Ama olmuyordu. İçimden bir ses kendini rezil etmeye bayılıyorsun aptal diyordu. İç sesime annem kaçmışta olabilir miydi acaba? 


Ajandamda sabahki programımın başına,  Zeyno reisin dolabına bak notunu düşüp günü çoktan bitirmiştim. Benim için sıradan bir proje olan ama kaderin planlarının öyle işlemediği bir zaman dilimine çoktan girdiğimin farkında bile değildim...




                                ...




Not: Yıllar sonra yayımlayabilmiş olmanın sevinci ve şükrü ile bundan sonrası sizlerin yorumudur...








8 yorum:

  1. Merhaba, ne güzel düşünmüşsünüz burada da paylaşmakla. Henüz yarıya kadar okudum, devam edeceğim, uzun bir bölüm olmuş. :) Giriş kısmı çok dikkat çekiciydi. Sanırım ileride bu sahneye tekrar dönüş olacak. Sonrasında ödül için hazırlık kısmı geldi. Ezgi karakterinin diğerlerinden farklı oluşu ve her detaya dikkat etmesi güzel. Sonuçta herkes göz önünde olmayı sevmez. :) Okurken dizi izliyor gibi hissettim, emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Yorumunu benim için çok değerli. Wattpad formatı için hazırlamış olduğum bir kitap olduğu için bölümler uzun uzun olacak. Maalesef yasaklandığı için o siteye giremeyen, vpn indirip gitmek istemeyenler için burası daha ideal diye düşünüyorum. Umarım devamı mutlu eder sizi 😌

      Sil
  2. yani eskiden yazdığın bir kitap bu de mi ilk burda mı yayınladın :) şimdilik iki bölümde yayınlamışsın yani rahat bir zamanda yavaş yavaş okumalı madem :) tebrikler :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 2020 sonunda planladım 2021 de yazmaya başladım. Daha devam ediyor😅 Çok teşekkür ederim ☺️

      Sil
  3. Sadece başlangıç kısmını okusam da güzel görünüyor, umarım devamı da öyle ilerler, elinize sağlık:)

    YanıtlaSil
  4. Çok teşekkür ederim, öyle ilerlemesi için elimden geleni yapacağım. 🌸

    YanıtlaSil
  5. Çok iyi düşünmüşsün bence de. Wattpad niye yasaklandı ki :(

    YanıtlaSil
  6. Keyifle, soluksuz okudum, ilk bölümden çok sıcak geldi. Ezgi'yi sevdim, Demir için şu an biraz ön yargılıyım sanırım😊 Sonraki bölümleri de yavaş yavaş okuyacağım😊
    4 Sene öncesini çok merak ettim. Bihter benzetmesi çok iyiydi. Okurken gözümde dizi izler gibi canlandırdım😊
    Bir cümle vardı bir yerde, şu an çok hızlı baktığım için bulamıyorum.
    Çok güzel yazmışsınız, kaleminize sağlık, çok hoşuma gitti😊

    YanıtlaSil