2/04/2023

12 Yıllık Serüveni Başlatan Yazı

Tam 12 yıl önce, profesyonel yazarlığa adım attığım,  “İade-i İtibarname: İskilipli Mehmet Atıf Hoca” adlı yazım yayımlanmış, hiç beklemediğim bir şekilde reaksiyon almıştı.

 

Yazıyı yazarken bir şekilde sesimi duyuracağımı biliyordum, çünkü o meşhur edebiyat sitesinde Ankara’nın çok önemli ismlerinin,  müstear isimlerle yazıları ve şiirleri yayımlanıyordu. Fakat, on binlerce okunup, meselenin istediğimden daha iyi bir şekilde sonuçlanacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Öyle ki dönemin il kültür müdürlüklerinden tebrikler almıştık. Konu ile ilgili araştırmalar yapılacağına dair mesajlar yazılmıştı. 

 

Ben yazıyı Temmuz 2011’de yazmıştım. İskilipli Atıf Hoca’ya ise meclis tarafından, iade-i itibarı Şubat 2012 de verildi. Akabinde ise anıt mezar yapıldı. Belki tamamen ben vesile olmadım fakat bir alime haksızca atılan iftiranın temizlenmesinde ve halk nezdinde kaybolan itibarının geri verilmesinde ilk meşaleyi ben yaktım. Bu yüzden gururluyum.

 

Şimdi düşünüyorum da Allah bana babamın duası, isteği ve vasiyeti doğrultusunda ilim nasip etti ise belki de bu meşaleyi yaktığım için bir şeyler nasip etmiştir. Bu yüzden öğrencilerime her zaman şunu derim; sizi hayatta tutacak imani bir hedefiniz olsun. Bu dünyaya, maddenin kölesi olmaya gelmedik. Bir amacımız var. Elest bezminde bela derken verdiğimiz bir söz var. Hedefimiz olmalı ki Allah katında zerre kıymeti olmayan bu dünyanın materyalist sisteminde yitip gitmeyelim.

 

Aşağıya ‘Semender’ mahlası ile yazdığım, şu an editör gözüyle bakınca amatör bulduğum ama usta kalemlerin olduğu bir edebiyat sitesinde, editörsüz ilk yazısı olan henüz 20 yaşında bir yazara ait olduğunu düşününce son derece normal karşıladığım yazımı bırakıyorum. 

 

Vefatının sene-i devriyesinde hocamızı rahmetle anıyorum. Eğer yolunuz, Çorum/İskilip’e düşerse Atıf Hoca’nın kabrine uğrayıp, benden de selam iletin.


Not: Konu ile ilgili olarak, Kelebekler Sonsuza Uçar filmini izlemenizi tavsiye ederim.



(Atıf Hoca’nın idam edilmesine gerekçe gösterilen ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka Kanunu’ isimli küçük risale. İçerisine fazla yorum katmadan hadislerden bolca örnekler yazmıştır.)


 

…………………………………………………..

 

İADE-İ İTİBARNAME: İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ

 

Hakka ve insanlığa adanmış bir gönül.

İlmek-ilmek acı imtihanlarla dokunmuş bir hayat:

İskilipli Mehmet Atıf Efendi…

 

Hakkındaki hapis ve sürgün kararları nedeniyle yerleşik düzeni olmadı belki de.

Bir sürgün biterken diğeri başlamaktaydı.

Bunca sıkıntıya rağmen yılmadan, yıkılmadan mücadelesini vermeye devam ediyordu.

 

Yazdığı bir risale, O’na açılan son davanın sözde sebebiydi.

Bu kez ne hapis ne de sürgündü bedeli.

Suçsuzluğu kanıtlanmasına rağmen çoktan kalemi kırılmıştı zalimler divanında.

 

Olayı ilginç kılan hususlar, birçoğumuzu üzmüş, düşündürmüş ve halen çözümlenmeyi bekleyen soru işaretleri bırakmıştır dimağımızda.

 

Her şey şöyle başlamıştı!

 

Tarih 12 Temmuz 1924

Cumhuriyeti vyeni ilan etmiş bir ülkenin en karanlık döneminde, Frenk Mukallitliği ve Şapka isminde bir risale kaleme alınır Atıf Hoca tarafından.

Batılılaşma çabalarına şeran karşılık verdiği risalesinde, kâfirlere benzemeye çalışmanın, onlar gibi davranmanın haram oluşundan bahseder.

 

Kendisini eleştiren Süleyman Nazif’e verdiği: “Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.” cevabı ise, eserin kıymetini açıkça ortaya koymaktadır.

 

Risale için, dönemin Maarif Vekâleti’nden izin verilmiş; hatta Atıf Hoca bu çalışmasından dolayı takdir edilmiştir.

 

Şapka Kanunu’nun 1 Kasım 1925’te yürürlüğe girmesi ile birlikte, aynı sistemin yargısı Mehmet Atıf Hoca’yı tutuklar.

Sebep; kanun çıkmadan bir buçuk yıl evvel yazmış olduğu Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli eseridir.  

 

Adaletsiz adaletin önünde!

 

O dönem, şapka kanununa muhalefet edenleri yargılamak için İstiklal Mahkemeleri kurulur. 

Bu mahkemelerin en meşhurlarından biri, Ankara İstiklal Mahkemesiydi.

 

Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle: “İstiklal Mahkemeleri, mahkemeden başka her şeydir. Riayet ettikleri bir hukuk sistemi yoktur. Mahkeme üyeleri hukuk adamları değildi. Hukuk tahsili ve ihtisası yapmamışlar. Mahkeme reisinden üyelerine, umumiyetle katildir, cani ve cahil kimselerdir. Meşhur Ankara İstiklal Mahkemesi reisi Kel Ali, Halit Paşa’yı meclis koridorunda vuran katildir. Tuhaftır ki o cinayet esnasında, destekçisi olarak yanında Kılıç Ali de vardı.”

 

Atıf Hoca hapiste zor günler geçirirken mahkeme günü gelip çatmıştır.

 

Muhakemesi esnasında kendisine yöneltilen tüm soruları, içtenlikle ve bir-bir cevaplamaktadır.

 

Yetkisiz hâkimlerin onca köşeye sıkıştırma çabalarına karşın, O, imanî kuvvetle hiç zorlanmamış; aksine, verdiği cevaplarla karşısındakileri çıkmaza girdirmiştir.

 

Mahkeme esnasında Atıf Hoca’yı köşeye sıkıştırmak amacıyla Kel Ali’nin: “Hoca! Şapka da bezdir, şu başındaki sarık da. Onu çıkarıp şapka taksan ne olur?” sorusuna Hoca efendi’nin verdiği cevap oldukça düşündürücüdür: “Reis Bey! Arkanızdaki bayrak da bezdir, İngiliz bayrağı da. Onu çıkarıp İngiliz bayrağını assanız ne olur!”

 

Yazar Şevket Süreyya Aydemir, yargılama sırasında yaşanan zulmü "Suyu Arayan Adam" eserinde irkilerek anlatır:

 

"Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat bu hükmüyle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hocayı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra öfke sağanağı geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken yine dudakları kımıldıyordu."

 

Bir kutlu rüya: Şahadet

 

Son duruşmaya kısa bir süre kala Mehmet Atıf Hoca koğuşunda savunmasını hazırlamakla meşgulken, bir ara yaslandığı ranzasında istemsizce uyuklar ve o kutlu rüyayı görür.

 

Rüyasında Fahri Kâinat Efendimizin: “Yanımıza gelmek dururken ey Atıf, neden savunma karalayıp durursun!”müjdesine nail olur.  

O an uyanır ve bu kutlu rüyayı, koğuş arkadaşına anlatıp elindeki savunmasını yırtar.

Bu rüyanın tecellisi olsa gerek, son duruşmada kendisine idam cezası verilmiştir. 

 

Atıf Hoca, ağır havası içinde, kasvet dolu salonu terk ederken ağzından: "Bu zalimlerle Mahkeme-i Kübra'da hesaplaşacağım!" cümleleri dökülmektedir.

 

Ve 4 Şubat 1926’da, bir Perşembe şafağında, şahadet şerbetini yudumlayacaktır son devrin din mazlumu.

 

 Aynı cezaevinde yatan Hasan Tahmilci gördüklerini şöyle anlatmaktadır:

 

"Mahkeme bitmiş, kararlar verilmiş ve her şey belli olmuştur. Ulucanlar cezaevinin hücrelerine çekilen hükümlüler, infaz anını bekliyorlar. İdam sırası gelenlerin çoğu kapıyı şaşırır, bacakları titrer, yürümekte güçlük çekermiş. Sıra kendisine geldiğinde bir görevli "İskilipli Mehmet Atıf" diye bağırdığında Hoca yerinden metin ve mütevekkil kalktı. Ağır adımlarla, vakar içinde dualar mırıldanarak sehpaya doğru yürüyüp gitti..."

 

O zamanlar âlem-i ibret olsun diye, meclis önünde astıkları insanları defnetmeyip günlerce beklettikleri olurmuş, kanlı sehpalarda. Bu da yetmezmiş gibi, bazı sokakların başında darağaçlarında asılı ulu canlar bırakırlarmış. Yine halkın, bu yüzden dışarı çıkmaya korktuğunu, o günlerin Ankara’sını yaşamış ve yazmışlarından öğreniyoruz.

 

Bugün belki de Atıf Hocamızın ve birçok masumun asıldığı Ankara Ulus’taki eski meclisin önünden sıkça geçiyoruz. Bazen hüzünlenirken bazen de ürpertiyle karışık bir öfke kaplıyor yüreğimizi. Kinimiz bileğleniyor…   

 

Atıf Hocamızın kabri, 73 yıl boyunca Ankara’da kimsesizler mezarlığındaydı. Daha sonra yakınları tarafından, İskilip’teki köyüne taşındı. Fakat ne yazıktır ki bugün hocamızın kabri, bakımsız bir haldedir.

 

İTO başkanı, Çorum’a yaptığı bir gezi sırasında, hocamızın kabrini de ziyaret eder. Bakımsız halini görünce üzülür ve mühendislere bir türbe projesi hazırlatır. Ama bu proje halen hayata geçirilmeyi beklemektedir.

 

Gün, iade-i itibar günüdür efendiler.

 

İskilipli Mehmet Atıf Efendi, kendi gıyabında, son devrin din mazlumlarına uygulanan ve alnımızda halen bir kara leke olarak duran bütün kıyımların özrünü beklemekte bizden. 

 

                                                                                                                                 28.07.2011

 

                                                                                                                               SEMENDER

 

 

 

 

2/03/2023

Geleceğin Bağımlı Çocukları Mı Yetişiyor?

antidepresan


 

Bir anne ve çocuk piskiyatristi arasında geçen son derece kısa ama derinliği olan bir diyalog;

 

 

-Doktor Hanım bizim çocuk hiç durmuyor. Lafımızı hiç dinlemiyor. Beş dakika bile oturmuyor. Sürekli peşindeyiz. Acaba hiperaktif mi ?

 

-Doktor bir süre, etrafı incelemeye koyulan, her nesneyi merak edip dokunan çocuğa bakıp;

 

- Hiperaktif olabilir. (Çocuğa doğru seslenip) Adın ne senin?

 

Çocuk utanıp annesine sığınırken, annesi tarafından cevap vermesi için baskılanır.Bir süre annesinin arkasında kalıp, cevap vermek istemeyen çocuk ortamda bulunan oyuncakları ve nesneleri incelemeye döner. 

Adını söylemeyen çocuğun yerine annesi cevap verir.

 

Doktor bir süre daha hareketlerine baktığı çocuğun annesine bazı sorular sorup, önündeki formdan birkaç noktaya paraf işareti atar. Annenin verdiği cevaplar karşısında teşhisi koymuştur.

 

-Dikkat eksikliği ve hiperaktivite var biraz. Şimdi bir ilaç yazıyorum. Az dozla başlayıp gidişata göre devam ederiz. 1 ay sonra görüşelim.

 

Doktorun uzattığı reçete, adeta sihirli bir değnekmişte çocuğu hemen düzelecekmiş gibi hissederek ve gözleri parlayarak alan anne artık rahatlamıştır. Evine dönüp eşine, bak ben demiştim hiperaktif çıktı işte demeyi iple çekecekti.

 

Doktor Hanım ise benzer şekilde, benzer teşhisi koyup, benzer maddeli ilacı yazmaya devam edecekti.

 

…..

 

Günümüzde hemen hemen her gün bu tarz bir diyalogla, pek çok çocuğa dikkat eksikliği ve hiperaktivite başta olmak üzere, kaygı bozukluğu, otizm, asperger vb. birçok tanı koyularak ilaç başlatılıyor.

 

Tam da burada dikkatinizi çekmek istediğim bir nokta var? Verilen bu ilaçlar, çocuklara hiçbir test yapılmadan direk yazılıyor. 

Hap veya şurup formundaki ilaçların,  kalpten yahut başka bir şekilde reaksiyon geçirtip geçirtmeyeceği öncesinde test edilmesi gerekmez mi? 

Etken maddeler, ilaç formuna gelmeden önce zaten test edilip üzerinde çalışılmış maddeler gibi bir cevap açıkçası içimi rahatlatmıyor. 

Her çocuk özeldir diyen modern sistem savunucuları niçin, her çocuğun sağlık sistemi de biriciktir ve bir madde birine iyi gelirken diğerine zarar verebilir, çocuklarımızı ilaca boğmayalım demiyor?

 

Evet her çocuk özeldir bunda hemfikiriz. Peki ya bedensel ve ruhsal sağlıkları? 

 

Tanık olduğum bir anı; otizm, hiperaktivite ve dikkat eksikliği belirtileri gösteren bir çocuğa verilen ilaçtan beklenen şey o çocuğu sakinleştirmekken çocuk tam tersi bir şekilde gece yarısına kadar uyumadan evin içinde zıplamış, hatta zarar verebilecek nesnelerle ev halkına saldırmaya kalkmıştı. Anne baba çok zor yatıştırdıkları çocuktan, doktorun verdiği ilacı kesince çocuk eski normal hatta sakin haline geri dönmüştü. Yıllar sonra gittikleri başka bir doktor çocuğun bu hastalıklarla hiçbir şekilde alakası olmadığını verilen ilacın da ağır otizm belirtileri gösteren çocuklara verildiğini söylemişti.

Şimdi burada kimi sorumlu tutmak gerekir?

 

Şu an doktorların yazdığı 3 meşhur ilaç var: R, C, R…

 

Psikiyatriye giden hangi çocuğun annesine sorsam hep aynı ilaç isimleri veriliyor. Ya geçmişte kullanılmış ya da kullanılmaya devam ediyor. Nasıl, düzeldi mi biraz sorusuna ise cevap ise verilen cevap hep aynı. Düzelme yok fakat sakinleştiriyor. 

 

Bu ilaçların etken maddelerinden, metilfenidat, amfetamin gibi bazıları, çocukların boyunun uzamasına engel olurken bazıları ise bambaşka sağlık sorunlarına yol açıyor. Yapılan araştırmalar herkesin ulaşabileceği makalelerde mevcut. Ayrıca uzun yıllar boyunca antidepresan türü ilaçlara maruz kalmış çocuklarda bağımlılık oluştuğu gözlemleniyor.

 

Madem bu ilaçlar 10 dakikalık bir muayenede, çocuğu doğru düzgün gözlemlemeden yazılabilecek kadar kuvvetli, neden onca çocukta hiçbir düzelme olmuyor? Bunu sadece tıp bilimi değil, her bir bireyin düşünmesi gerekmez mi?

 

Çocuklarımızı, bu ülkenin genç nesillerini,  gelecekte ne tür bir etki bırakacağı belli olmayan adeta yasal, sevimli, küçük uyuşturuculara teslim ettiğimizi düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum bazen. İlaçsız nasıl yaşayacaklarını, nasıl ve ne ile mutlu olacaklarını biliyor mu kaygı bozukluğu yaşayan çocuklar? 

 

Bu yazı belki bir farkındalık oluşturur da bir aileye kendini, ebeveynliğini sorgulatıp, çocuğumun gerçekten bu ilaçlara mı yoksa aile sevgisi ve ilgisine mi ihtiyacı var dedirtir. Çocuğunuzun duygusal ihtiyaçları mı var yoksa bir düzine testten sonra gerçek bir hastalık tanısı ile ilaç başlamaya mı? 


NOT: Hayır, ilaç kullanımına karşı değilim. Gerçek hastalarda elbette kullanılmak zorunda. Sadece bu kadar çok ve hiçbir test yapılmadan ekmek dağıtır gibi ilaç dağıtılmasına karşıyım.